Beyrut’taki Ermeniler, yüzyılın tanığı bir Ermeni entelektüel, Simon Simonyan, ilk kez kapısı bir ziyaretçiye açılan evi, arşivi ve arşivden çıkan bir Agop Dilaçar yani Martayan hikayesi. Üstelik de Atatürk’ün sofrasında başlayan bir hikaye bu. Gazeteci Alev Er, Beyrut’tan çok ilginç izlenimler ve tanıklıklarla döndü.
Otoban farları ve geçen yüzyıl başından kalma güzel ama harap binadan başka görsel bir şey yok aklımda ilk geceden.
Bir de binanın, yattığım yerden bakınca sonsuza gider gibi duran çok yüksek tavanları.
Derken sabah ezanı; bizdekinden farklı, telaşsız, monoton, sabâsız, makamsız ve sanki biraz ürkek.
Sızmışım.
Motor, klakson ve hafriyat seslerinden oluşan hengâmeye uyandım. Birileri sanki tam yattığımız odanın altından geçerken gaz pedalına abanıyor, klakson yasağı tam bizim orada bitiyor. Dört yanı kazan dev dozerler, kepçeler bizi kuşatıp bir tümseğe hapsetmek ister gibi durmamacasına çalışıyor, çalışıyor.
Gündüzü resmeden sesler bunlar: Araya yer yer Galata ve Nişantaşı serpiştirilmiş İkitelli-Bağcılar irisi bir şehir. Adım başı ya dev bir çukur ya da oradan buradan demirler sarkan, bitmemiş bir gökdelen. İki gün sonra şehre biraz tepeden bakacak ve denizin mavisine kadar neredeyse tek bir yeşil leke göremeyeceğiz. Her yer öyle beton ya da az sonra beton olacak. Ve şehrin ortasındaki viyadüklerden bisiklet bile girmez darlıkta sokaklara kadar, kâbus gibi bir otomobil trafiği. Sabahki sabâsız ezanın ürkekliğinin, “çok uzatmayacağım” coşkusuzluğunun nedeni de belli; camii Hıristiyan mahallesinin ortasında kalmış.
Gidene kadar peşimizi bırakmayacak hoş geldin sesleri.
Hoş bulduk Beyrut.
Seni bu resme, bu seslere rağmen çok sevdik.
Çünkü sende değil, seni yurt yapmış, kim bilir kaçıncı el şehrini yüz yılda kendileri için sevilir kılmış insanlar; sorularını ince seslileri uzatarak soran Antepliler, ağzını her açışta bu küfrün ne kadarı bana diye tarttığın Adanalılar, söze “Alman Pınarı’nı bildin mi” diye başlayan İslahiyeliler, Sis’in adının değişmesini yüzümüze vurmayan Kozanlılar, Yoğunoluk Antakyalıları; Gilikya Ermenileri arasında yaşadık Beyrut’u.
Jirayr’la, Saro’yla, Sevan’la, Viken’le, Yervant’la, Antranik Hoca’yla, anasına anadil öğreten 87’lik Toros amcayla; Alina, Rita ve Nazig’le beraberdik bir hafta boyunca.
Tanışmıyorduk, Ümit Kurt’un “1915’te Antep Ermeni mülküne el konması” konferansını dışarıdan izleyecektik, yani davetli bile değildik, ama kucakladılar bizi ve Beyrut’u kenara koyup bir hafta birbirimizi gezdik.
Hayatta kalmayı Soykırım’da “sevkiyat”larının buralara yapılmış olmasına borçlu olanların torunlarıydılar; üçüncü, dördüncü kuşak kurbanlar.
Lübnan Ermeniliği yüz yıl önce dedeleriyle var olmuştu büyük ölçüde; Beyrut’un en uzun arteri çok uzun yıllardır Ermeni Caddesi diye anılıyordu, bugün esas olarak onlara işyeri, Suriye’den kaçan Arap ve Kürtlere ise barınak olan Bourj Hammoud mahallesini onlar kurmuş; Nor Maraş (Yeni Maraş), Nor Sis, Nor Ayıntab, Nor Adana sokaklarını onlar açmıştı. Üçüncü kuşak Ermeniler bu yüzden hâlâ Ayıntablıydı; Adanalı, Hacınlı, Sisli, Zeytunlu, Bityaslı, Musadağlı…
Türkçeleri kuşaktan kuşağa eksilse, çoğu hiç görmediği “memleket”i nasıl duyduysa öyle bilse de…
Ve ne kadar sıcak ve inceydiler. Atalarının yok edilişini, ağaç dalları gibi kırılı kırılıverişini nasıl da küçük küçük anlattılar belki inciniriz, üstümüze alınırız diye.
Orta halli Lübnan azınlığındandılar, bizim için dar gelirli bile sayılırdı çoğu; ama ne kadar cömerttiler sofralar kurarken.
Her fırsatta beton Beyrut’tan dağlara kaçırdılar bizi, Byblos’a götürdüler; falafeli Sahyoun’da, şavarmayı Varouj’da, tabuleyi Fenike kalıntıları üstünde, Beyrut simidi gak’ın en çıtırını Bourj Hammoud’da bir Ermeni fırınında ikram ettiler. Kırmızı şarabın hası Bzommar’daki Ermeni Katolik manastırı bağındandı...
Utandık.
Borçluyuz bu insanlara, Beyrut’ta daha da borçlandık
Hesapta olmayan misafirler olarak sırtlarına bindikçe bindiğimiz için değil sadece, daha kadim bir sebeple utandık: 1915 ve 1920’de el konan malları bizim de kursağımızdan geçtiği, ganimetten biz de nemalandığımız, dedemizin bahçesinde, babamızın maaşında o ganimetin payı olduğu için.
Borçluyuz bu insanlara, Beyrut’ta daha da borçlandık...
Dönüşe bir-iki gün kala, Antelias’taki Gilikya Katoğikosluğu’nun kütüphane sorumlusu, bilge Sırpazan Dirayr Panosyan bizi biriyle tanıştırdı. Orta yaşa yaklaşmış, zayıf, sessiz bir adam ve benim iki yıldır ulaşamadığımdı; öğretmen, yazar, tarihçi, gazeteci, yayıncı Simon Simonyan’ın oğlu Sassun.
Sırpazan için de, Sassun için de uhdeydi baba Simonyan’ın yapıp yazdıklarının çoğu Türkiye Ermenisi için birkaç satırlık İngilizce bir Wikipedia maddesinden ibaret kalması. Anlaşılır bir duyguydu; biri oğluydu, öteki Antelias’ta halefi.
Kütüphaneden çıktık. Sassun’un evi yakındı; 1986’daki ölümünden sonra, tam on dokuz yıldır hiç dokunulmamış bir baba evi. Hazırdı gösterecekleri, kim bilir kaç kez elden, gözden geçmişti; Simonyan’ın yayınevi Sevan’dan çıkan yüzlerce kitap, yazdığı, onun için yazılan kitaplar ve Ermeni edebiyatının en itibarlı dergilerinden Spürk’ün koleksiyonu.
Açtı koleksiyonu Sassun, göstermeye başladı; Ümit de okuduklarını çevirmeye.
Sıra 31 Aralık 1962 tarihli, “Antranik Paşa ve Atatürk” başlıklı makaleye geldiğinde, Beyrutlu Giligya Ermenilerine borcumun en azından bir bölümünü nasıl ödeyebileceğimi, Sırpazan Dirayr ve Sassun’un Simonyan’a borçlarının ne kadarını devralabileceğimi bulduğumu, o yazıdaki anekdotu aktarmanın baba Simonyan’ı Türkiye’de daha bilinir kılabileceğini düşündüm.
Agop Dilaçar Atatürk’ün sofrasında “Antranik Paşa” marşını söyleyince..
Simon Simonyan, Agop Martayan’ın (Dilaçar) hiç bilmediğim, Türkiye’de de çok bilen olduğunu sanmadığım bir anısını aktarır makalede ve Beyrut dönüşünde bunu bizzat Martayan’dan dinleyen biriyle de tanıştım: Ermenice Marmara gazetesinin başyazarı Rober Haddeciyan. Haddeciyan askerliğini 1950’lerde Ankara’da yapmış, Martayan’lara da evci çıkarmış: “Bir şeyler anlatsın diye hafta sonunu iple çekerdim” diye anıyor o günleri...
Agop Martayan, ünlü Ermeni dilbilimci. İstanbullu olduğu, Robert Kolej’de okuduğu; 1917’de Suriye’de askerken casuslukla suçlandığını ve hayatını Mustafa Kemal’e borçlu olduğunu anlattığı bilinir. Savaştan sonra İstanbul ve Beyrut’ta, son olarak da Sofya’da öğretmenlik yapar. 1932’de Dil Kurumu kurulurken Mustafa Kemal’in aklına düşer ya da düşürülür ve bir eylül gecesi apar topar İstanbul’a getirtilir. Geliş o geliş. Dil Kurumu yazmanı olur. O yıl bir-iki kez Mustafa Kemal’in Dolmabahçe sofrasında da bulunur.
Mustafa Kemal’in 1936’da heyecanla Güneş Dil teorisine, “bütün temel dillerin Türkçe’den neşet ettiği” tezine sarılması ve Agop Martayan’ın bu teze aktif katkısı yıldızını daha da parlatır. O yılın ağustosundan itibaren, neredeyse iki-üç gecede bir, Mustafa Kemal’in Dolmabahçe ve Florya sofralarının onur konuğudur Agop Martayan. Soyadı da “Dilaçar” olmuştur.
O gecelerden birinde, zaman epey ilerlemişken, Mustafa Kemal yabancı konuklarına dönüp “Sizin için özel anlamı olan bir şarkı ya da bir milli marş okuyun” der. Anlatılanlardan 13 Eylül 1936 günü kurulduğu anlaşılan o sofranın yabancı konukları, Köşk kayıtlarında “Dr. Pavlaki, Dr. Arnd, Dr. Agop Dilaçar”dır...
“Aman paşam, bizim için İstiklal Marşından daha özel anlamı olan ne olabilir” gibi şeyler söyleyip atlatmaya çalışırlar. Bunun üzerine sinirlenir Mustafa Kemal ve Agop’a bakar: “Antranik Paşa marşını biliyor musun? Söyle o zaman.”
Antranik, Soykırım’a direnen fedailerin önderi, Karabekir ordusuna Doğu Cephesi’nde kök söktüren Ermeni milli kahramanıdır ve sofra buz keser.
Agop deneni yapar ve marşı okumaya başlar; homurdananlar, bıyık altından gülenler olunca, Mustafa Kemal hışımla onlara döner: “Kime gülüyorsunuz? Antranik paşaya mı? O halkı için bir kahramandı, 20-30 adamıyla ordulara kafa tutmuş bir asker. Benden farkı yenilmiş olmasıydı. Yenilen ben olsaydım ve böyle bir toplantıda biri benim için marş okusa yine gülecektiniz demek. Öyleyse kalkın, Antranik Paşa’ya kadeh kaldırıyoruz.”
Ayaklanırlar ve kadehler Antranik Paşa için kalkar...