Birbiriyle ilgisiz gibi görünen ama pekâlâ ilgili olduğunu hepimizin bildiği iki gelişme, geride bıraktığımız haftaya damgasını vurdu: Taraf gazetesi muhabiri Mehmet Baransu’nun ve eski İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in tutuklanmaları. Baransu şu meşhur Balyoz davasıyla ilgili olarak tutuklandı. Gerekçesi ilginç: “devletin güvenliğine ilişkin belgeleri tahrip etme, amacı dışında kullanma, hile ile alma, çalma” ve “devletin güvenliğine ilişkin gizli belgeleri temin etme.”
Akyürek’in tutuklanma gerekçesi de şöyle: “İhmali davranış sebebiyle ölüme sebebiyet vermek”, “Resmî evrakta sahtecilik”, “Görevi kötüye kullanma.” Bu iki tutuklamanın AKP-Gülen cemaati kavgası sayesinde olabildiğini artık çocuklar bile biliyor. Burada şimdiye kadar söylenen noktaların altını tekrar çizmek gereksiz. Belki şu tekrar edilebilir: Bütün bunlar, devletin tepesindeki kliğin tüm sistemi kendileri için çalıştırdıklarının ortaya çıkmasından sonra meydana gelmiş, yani kavga, Erdoğan ve çevresinin büyük çapta yolsuzluğa bulaştığı yönünde elle tutulur iddiaların otaya çıkmasından sonra şiddetlenmiştir.
Ancak bu demek değildir ki, bu suçlamalar tümden uydurulmuştur. Öyle de denemez. Baransu’nun tutuklanması, bilhassa da tutuklanma gerekçesi, otoritenin, isterse gazetecileri nasıl susturabileceği ve hapse atabileceği yönünde önemli bir gösterge ve bu açıdan ciddi biçimde problemli görünüyor. Beri yandan, o dönem Cemaat eliyle sağlandığı besbelli olan belgeler üzerinden koparılan fırtınanın ‘siyasi bir hesaplaşma’nın kritik bir muharebesi vasfı taşıdığı da açık. Ve elbette, Baransu bunları tek başına yapmadı; ‘eski Tarafçılar’ olarak bilinmek isteyen, bir kısmı şimdi havuz medyasının kritik köşelerine kurulmuş isimlerle birlikte yaptı. Şimdi bu isimlerin birbirine düşmüş olması, işin özünü değiştirmiyor. Ne yaptılarsa birlikte yaptılar. Bunu neden yaptıklarını çok iyi biliyorlardı.
Demeye çalıştığım şey şu: İsimlere çok da fazla takılmayalım. Bu isimlerin kendilerini diğerlerinden ayrıştırma çabasına da çok fazla takılmayalım. Çünkü Taraf ilk çıktığı zaman ne yapıyor idiyse, bu arkadaşlar gittikten sonra da aynı şeyi yaptı. Yani gazete aslında hiç değişmedi. Sadece iktidar içi savaş nedeniyle pozisyonlar değişti, o kadar.
Peki, isimler arası kavgaya takılmayalım da ne yapalım? Önce mevcut duruma bir bakalım. Artık ağırlık kazanan kanaat şu yönde: Balyoz’a temel oluşturan seminerin şüphe çekici yönleri vardı ama deliller sahteydi. Dolayısıyla dava da şüpheli bir durumdadır. Ve bu dava nedeniyle çok sayıda insan mağdur edilmiştir. Bunların hepsi, üzerinde üç aşağı beş yukarı mutabık kalınabilecek görüşler. Bu, elde var bir. Ancak bir de bütün bu maceranın sonunda geldiğimiz yer var. Tüm bu olup bitenleri Ergenekon davasıyla birleştirdiğimizde karşımıza çıkan şöyle bir şey: AKP, şimdilerde Gülen Cemaati’ne en sert biçimde saldıran ideologlarıyla birlikte, hatta asli olarak onların PR-halkla ilişkiler gücüyle ve tabii ki Cemaat’le birlikte bir ‘rejim’ kurdu ve TSK’yı birlikte tasfiye ettiler. Bunu yaparken hukuk dışı yollara sapıldığını hepsi biliyordu ama “Kavgada yumruk sayılmaz” misali, hepsini canhıraş biçimde savundular. TSK’yı yendiler. Sonrası malum. İsimlere takılmayalım derken, bunu, yani sonrasını kastediyorum.
Bütün bu hikâyenin sonunda elimizde ne var? Hemen hemen hiçbir şey. TSK’nın kendisi değilse de zihniyeti, eski konumuna kavuşmak üzere. “Her şey yalanmış” algısı, duygusu, kanaati hayli güçlenmiş halde. Daha da önemlisi, gelecekteki olası bir ‘gerçek yargılama’nın önü ciddi biçimde kesilmiş durumda. Bu saatten sonra aynı mahkemeleri yeniden kurmak çok zor. Bu açıdan baktığımızda süreçten merkezî otorite, yani AKP kazançlı çıkmış durumda. Hem klasik (‘kutsal’) devleti çok fazla yara bere içinde kalmadan oradan çekip çıkardı, hem de kendine bağımlı, sadık duruma getirdi. Ve şimdi o klasik devleti, orduyu, hiyerarşik-militer ideolojiyi yeniden, başka bir formatta inşa etmeye çalışıyor. Ediyor da. Buna şu aşamada klasik devletin itirazı olmayacaktır muhtemelen. Süreçten ikinci kazanan olarak çıkma ihtimalleri ufukta belirmiştir.
Akyürek’in tutuklanması meselesini de hayli benzer bir tabloda değerlendirebiliriz. Cemaat’e yakın polisler elbette işin içindeydiler, ama onlarla benzer oranda, klasik devletin adamları ve Ergenekon çevreleri de işin içindeydiler. Dolayısıyla Ramazan Akyürek ve Cemaat’e yakın güvenlikçilerin sorgulanması, yargılanması elbette gereklidir, ancak tablonun bundan ibaret olmadığını her seferinde söylüyoruz. Oysa mevcut durumda oluşan ve AKP tarafından oluşturulan hava, bu işi de tamamen Cemaat’in üzerine yıkmak şeklinde olmuştur. Ve bunun doğal sonucu olarak, sayageldiğimiz diğer aktörler şu aşamada bu işten sıyrılmış gibi görünmektedir. Yani bu cephede de Balyoz ve Ergenekon meselesine hayli benzer bir sonuç elde etmiş durumdayız.
Bu tabloda Cemaat kadar AKP ve ideologlarının da payı vardır. İsimlere ve aralarındaki kavgaya hiç takılmadan varacağımız yargı, ilk olarak budur. Bundan daha da önemlisi, şu havanın oluşmasının asli sebebi, başta da dikkat çektiğimiz gibi, Erdoğan ve çevresindeki kliğin nasıl elde ettiklerini artık ayrıntılarıyla bildiğimiz ‘pozisyon’larını koruma çabasıdır. Özetle, bütün bu hesaplaşma önce rejim kurma, sonra da şu malum pozisyonun korunması uğruna heba edilmiştir. Manzara bu.
Peki, bu manzarayla ne yapalım? Öncelikle bütün bu olanların bir tür o çok özledikleri Osmanlı’ya dönüş olduğunu bilelim. Saray içi bir ölüm kalım kavgasında herkes elindeki silahları kullanmış, aktörler iki yıl önce söylediklerini, tükürdüklerini yalamakta hiç beis görmemişlerdir. Ve hâlâ herkes haklı kalmaya gayret etmekte, başını suyun üzerinde tutar gibi görünmektedir.
Böyledir Osmanlı. Güç elinizde oldukça hep haklı olur, daha doğrusu haklı gibi görünürsünüz. Ama tarih de başka türlü yazılır, bunu bilelim.