Barış istemiyorsa Felek, işte savaş;
İster serseri deyin bana, ister ayyaş;
İşte şarap, duruyor ortada, kıpkızıl;
İçmeyen taşa çalsın başını, işte taş!
Ömer Hayyam (çev. Selahattin Eyüboğlu)
Geçen haftayı yine savaş çığlıklarıyla geçirdik. Bazen insan kendini her şeyin ortasında yapayalnız hissediyor. Tarihin gördüğü belki de en kanlı terör örgütünün ortasında kalmış 40 asker evine dönüyor. Bir taraf kaybedilen avuç içi kadar toprak için kıyamet koparıyor, diğer taraf geri çekilmeyi, yüzyılın askerî operasyonu olarak anlatıyor. Birkaç metrekare toprak, ‘kutsal’ olarak göklere çıkarılıyor. ‘Kutsal emanet’ diye adlandırılan birkaç insan kemiği kutsanıyor. Hep bu ‘kutsal’ emanetten, veya ‘kutsal’ topraklarımızdan bahsediliyor. Ama aylardır orada ölüm korkusuyla yaşayan ve sonunda hayatta kalan 40 insandan kimse bahsetmiyor. Zaten insan olarak değil, hep asker olarak anıyoruz onları, sanki askerler insan değilmiş, gerektiğinde ölmeleri lazımmış gibi.
Savaş ve savaş haletiruhiyesi herkesi biraz vahşileştiriyor galiba. İlle içeride olmasına gerek yok, burnunuzun dibindeki savaş bizi de etkisine alıyor. Bu zamanlarda akıl sağlığını korumanın en iyi yolu, rutini devam ettirmek herhalde. Tıpkı Rus kuşatması sırasında, kuşatma altında ve açlık sınırında olan Parislilerin yılbaşını kutlaması gibi anlara ihtiyacımız var, bu karışık zamanlarda. Ya da Lübnan İç Savaşı sırasında, Chateau Musar adlı Lübnanlı şarap üreticisi gibi örneklere.
1930 yılında, adı geçtiğinde herkesin aklına terör, uyuşturucu kaçakçılığı, savaş falan gelse de, belki de dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Bekaa Vadisi’nde kurulmuş bir şaraphane, Chateau Musar.
Deniz seviyesinden 1000 metre yükseklikte yer alan Bekaa Vadisi, uzun ve kuru yazları, yağışlı kışları ve toprak yapısıyla, en kaliteli şarapların hammaddesi olarak kullanılan üzüm türleri için uygun bir ortam oluşturuyor.
Chateau Musar’ın kurucusu Gaston Hocar ve oğulları Serge ve Roland, 1980’lerde yaşanan acımasız iç savaş sırasında gösterdikleri dirençle, dünyanın gözünde efsanevi bir statü kazanmışlar. Savaş sırasında, bazen ateş altında, bağın bakımıyla ilgilenmiş, üzümlerini hasat etmişler. Hatta, üzümleri bağdan imalathaneye götürürlerken cepheden geçirmek zorunda kaldıkları bile olmuş.
Yalnızca 20-30 kilometre güneyinde bulunan Beyrut’un yıkılmasına rağmen, Chateau Musar ayakta kalmayı başarmış. Savaş devam ederken, 1979 Bristol Şarap Fuarı’nda, dönemin önde gelen şarap uzmanları tarafından ‘yılın keşfi’ olarak lanse edilmiş. Birkaç sene sonra da, dünyanın en önemli şarap dergilerinden Decanter, hâlâ devam ettirdiği ‘Yılın Şarap Kişisi’ ödülünü ilk olarak Serge Hocar’a vermiş.
Chateau Musar, o tarihten beri, kalitesinden ödün vermeden üretime devam ediyor. Güneşte olgunlaşmaya bırakılmış şarap sıraları, artık Bekaa’da alışıldık bir görüntü. Şii gerilla grubu Hizbullah’ın kalesinin yakınlarında köy lokantaları açılıyor, şarap ve üzüm tadım turları düzenleniyor. Vadi çehre değiştiriyor.
Lübnan şarapçılığı dünya endüstrisi içinde okyanusta bir damla gibi kalsa da, ülkede üretim hızla artıyor. Bölgedeki karışıklıklar devam ediyor ama Chateau Musar, üretme ve ‘normal’le bağını kopartmama konusunda ısrarlı.
Chateau Musar’ı bu kadar efsanevi hale getiren Serge Hocar, birkaç ay önce vefat etti – tarafı olmadığı bir savaşın gerçek kazananı olarak... Hamasi sözlerle yaratılmış, propaganda işi, çakma kutsallar yerine, Fenikelilerden bugüne süren 6000 yıllık bir mirası, yeryüzünün gerçek ‘kutsal’ emanetlerinden biri olan Lübnan Şarabı’nı kurtardı. Kalanlara örnek olsun.