Kimliklerle ilgili kongrelerde ve toplantılarda ilginç bir durumun tekrarlandığını, katıldığım son bir toplantıda, birden fark ettim: Batı Avrupa ülkelerinde kimlik konuşmaları ‘kendi’ kimliğinin eleştirisiyle başlayıp biterken, Türkiye’de laf dönüp dolaşıp, ‘kendi’ kimliğinin övgüsüyle bitiyor. Hata yapma riski içeren genellemelerde de bulunarak, bu konudaki izlenimlerimi özetleyeceğim.
‘Kimlikler’le kastım, milli ve etnik kimlikler. Kimliklerle ilgili konular ise pek çoktur. Bu ‘ilgi’ kimi zaman hemen görülür, bazen de bir konunun milli kimlikle ilişkili olduğu zor fark edilir. Bu konuların alanları şunlar olabilir: Tarih yazımı; dillerin kökenleri ve aralarındaki ilişkiler; günlük hayattaki alışkanlıklar; gerçek ve hayali tarihi miras; sanat, bilim, kültür alanlarında ‘biz’im katkılarımız; ‘öteki’yle ilişkiler ve özellikle kıyaslamalar; “Bizi nasıl görüyorlar?” kaygısı; ‘öteki’yle ilgili olumlu veya olumsuz, gerçek veya hayali kalıp yargılar. Bu yazıda, toplumları kıyaslamıyorum. Milletlerin kendi kimliklerini yüceltmeleri her ulus devlette sıradan bir yaklaşımdır. Burada sözünü ettiğim, akademik alanda kimlik çalışmalarına katılan araştırmacılar. Kendi deneyimimden, karşılaştığım kişilerden söz ediyorum. Bu deneyimimin ne denli temsil niteliği taşıdığına olduğuna okuyucu karar versin.
Benim de yer aldığım, yaklaşık 15 Batı Avrupa ülkesinin temsilcilerinin katıldığı ve konuları okul kitaplarında önyargılar, tarih yazıcılığında ırkçılık, komşuların imajı, azınlıklar, sömürgecilik ve yayılmacılık gibi konuları ele alan yirmiye yakın toplantının hep ortak bir çıkış noktası vardı: milliyetçiliğin eleştirisi. Kastettiğim, milliyetçiliğin kötülenmesi ve mahkûm edilmesi değil; anlaşılmasıdır. Daha doğrusu, akademik dünyada bugün egemen olan terimlerle söylersek, milliyetçi paradigmanın modern yorumunun kabulüdür. Buna göre: milli devletler konjonktüreldir, tarih içinde süreklilik sergileyen milletler yoktur. Bu toplantılarda milliyetçiliğin “biz-öteki” algısının dışlayıcı ve yanıltıcı yanı her akademisyen tarafından peşin kabul edilmişti. Doğrudan veya ima yoluyla dile getirilen “biz üstünüz” teşebbüsü bu toplantılarda hiç sezilmedi. Hatta herkes kendi ülkesinin geçmişindeki kirli çamaşırları ortaya dökmeye, bu kirliliğin nedenini açıklamaya çalıştı. Milletlerini savunma ihtiyacı hiç sezilmedi.
Türkiye’de durum genellikle farklı – “hemen hemen her zaman farklı” dememek için zorluyorum kendimi! ‘Öteki’, ‘geçmişimiz’ ve ‘şimdiki halimiz’ ile ilgili konular ele alınırken, milliyetçi paradigmanın reddi akla gelmiyor; konulara ‘doğrudan’ giriliyor! Bu, farklı biçimlerde olabiliyor. 1) Kimi zaman “Bizim milliyetçiliğimiz farklıdır” deniyor. Asya Tipi Üretim Biçimi’nden sınıfsız toplum iddiasına uzanan pek çok tez savunuluyor veya varsayılıyor; 2) Milliyetçilik ‘antiemperyalist’ –ve haklı– bir tepki olarak lanse ediliyor; 3) Veya bu ideoloji ‘ülkeyi ve halkını sevmek’; 4) veya anayasal, kutsal bir değer; 5) ya da kimlikle ilgili konuları etkilemeyen, önemsiz bir olay olarak algılanıyor;
Bu tür varsayımlardan sonra bazı sonuçlar sürpriz sayılmamalı. En başta, geçmiş eleştirilemiyor. Çünkü ‘milletin binlerce yıllık devamlılığı’ kabul edildiğinde, geçmişteki kusurlar bugünkü milletin de kusuru sayılacak, eski olaylar milletin ‘karakter’inin bir sonucu olarak görülecek. Savunma mekanizmaları çalışmaya başlıyor. Geçmişle ilgili eleştiri millete saldırı sayılıyor. Araştırmacı da bu havaya girerek kendini koruma ve savunma ihtiyacı duyuyor. Çeşitli mitoslara sığınarak geçmişten yana çıkılıyor: “Hep mağdur olduk”, “Bize hep haksızlık edildi”, “Oysa biz insanlığa üstün medeniyetler, örneğin Osmanlı’nın barışını ve hoşgörüsünü sunduk”. “Geçmişte huzur içinde, kardeşçe bir arada yaşadık” metaforu artık klasik oldu.
Milliyetçi paradigmadan kopamamanın daha sofistike yolları ve belirtileri de var. “Biz üstünüz” demenin saflığını bilenler, bu mesajı çok farklı yollardan, dolaylı olarak üretebiliyorlar, hem de en insancıl değerler üzerinden. Örneğin edebiyat metinlerinde ve sözlü tarihte farklı bir söylemi yaygınlaştırıyorlar. Buna göre “Öteki bizi çok seviyor” denmektedir. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde ezilmiş ve yok edilmiş toplulukların bizi ve bu toprakları özledikleri yönündeki söylem, Türkiye toplumunda, ama akademik üretim içinde de en alışılmış yaklaşımdır. Bu alandaki çalışmaların sonucu hep aynı oluyor: ‘Biz’ ve kimliğimiz, özenilen, beğenilendir.
Türk romanları ve filmleri, ama akademik araştırmalar da, eski filmlerin mutlu evlilikle bittikleri gibi, “bu topraklarda” yaşanan güzel günlerin ve bu güzelliği bir şekilde kabul eden ‘ötekiler’in özlemli itiraflarıyla bitiyor! Bu akademik çalışmalardan, bu topraklarda sürülmüş, soyulmuş, dışlanmış kimselerin “bizi ne kadar sevdiklerini” öğreniyoruz. Bu araştırmacılar milliyetçi paradigmanın varlığından o kadar habersiz görünüyorlar ki, röportaj yaptıkları ‘ötekiler’in gerçek hislerini –terbiye icabı veya çekindiklerinden– ifade etmemiş olabileceklerini akıllarına bile getirmiyorlar.
‘Batı’daki deneyimim bütünüyle farklı. Oradaki araştırmacılar, etnik gruplar arasında önyargılar, kalıp yargılar ve kin olduğunu peşinen kabul ediyorlar. Çünkü yaşadığımız dönemin ‘milli’ olduğunu, bu milli kimliğin de hayatın her yönünü etkilediğini, yine peşinene kabul etmişlerdir. Bu yüzden de, ‘onlar’ çok daha gerçekçi, daha yapıcıdır. En önemlisi, yerel olmayan, uluslararası bir geçerliliği olan akademik bir dil ve iletişim aracı oluşturmuş olmalarıdır. Bu da, milliyetçi paradigmanın ne olduğunu, milli kimliğin tuzaklarını ve sınırlamalarını bilmeden olmuyor.
Sanki bütün bu ‘kusur’ları özel olarak sergilemek için hazırlanmış olan ‘Sürgün’ filmini özetleyeyim: ‘Öteki’nin kadını, ‘biz’im erkeğe âşık olur; kızın zengin Rum babası Türklere karşı önyargılıdır; birileri Rumları ülkeden sürer; Yahudi sarraf ve kötü Rumlar, sürülen Rum’u istismar ederler; ‘biz’im genç Türk hayatını tehlikeye atarak Rum’un parasını kurtarır; Rum önyargılı olduğunu itiraf eder ve çok utanır: Türklere haksızlık ettiğini anlar; sürülen Rum aile Türkiye özlemiyle yaşar; gittikleri ülkede güzel Türkiye günlerini ararlar. Kimlik araştırmalarını bu “Biz neymişiz ve ötekiler nasıl fena!” frekansında görmek çok üzücü.