YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Pakettir, yasaktır, başkanlıktır derken..

Bu hafta Meclis’te İç Güvenlik Paketi diye bilinen yasa tasarısının görüşülmesi beklenmekteydi. Görüşme son anda önümüzdeki haftaya ertelendi, ancak tasarı gündemdeki yerini korumakta. Medyaya yansıyan kısımlarından biliyor olmalısınız; sapana verilen ceza, tabancaya verilen cezanın üzerine çıkıyor mesela, bu yönleriyle çarpıcı yanları da var tasarının. Ama bütününe baktığımızda, yeni bir güvenlik devletine gittiğimiz aşikâr. Tasarıya rengini veren genel ton, günümüze kadar eksik gedik de olsa yargı eliyle yürütülen birçok ve kritik uygulamanın polis, vali, kaymakam gibi yargı dışındaki idari kurumlara devredilmesi.

Mesela “arama” faaliyeti, bugüne kadar yargı izni eliyle yürütülürken, yani “mahkeme kararı” gerekirken, yeni tasarıyla yargının yetkisi kolluk amirlerine vs. de devrediliyor. Bunu, bir yetkinin devletin bir kurumundan diğer kuruma geçişi gibi değerlendiremeyiz. Burada açıkça “güçler ayrılığı” ilkesi zedeleniyor ve arama meselesi polisin neredeyse kişisel fikirlerine, tercihlerine indirgeniyor. Sıkıntılı bir durum olacağı açık.

Benzer biçimde, yakalama ve ifade alma durumlarında da polise muğlak ve nasıl kullanılacağı belirsiz bir yetki getirilmekte. Bilhassa ifade alma konusunda getirilen düzenleme önemli, zira günümüze kadar hakim, savcı ya da hakim veya savcının yetkilendirdiği polis ifade alabiliyorken, kişinin bulunduğu yerde polis tarafından da ifadesinin alınması öngörülüyor. Düzenleme yasalaştığı takdirde, öncelikle, kişinin avukat yardımından yoksun, işkence, kötü muamele, aldatma, yorma gibi hukuk dışı yöntem ve uygulamalara maruz kalmasından korkuluyor.

Yine, yeni düzenlemeyle “önleyici gözaltı” gibi yetkinin polise keyfi devri anlamına gelen sorunlu bir uygulamaya da kapı açılıyor. Bu düzenleme, mesela polisin bazı gösterilerden önce “zararlı” gördüğü insanları, 48 saat gözaltında tutmasına imkân tanıyor. Bu durum, gözaltındaki kişilerin savunma hakkından yoksun kalması ve elbette toplantı ve gösteri hakkının da fiilen rafa kaldırılması anlamına geliyor.

En kritik düzenlemelerden biri de yine toplantı ve gösteri hakkıyla ilgili. 2911 sayılı yasaya getirilen değişiklikle, bilye ve sapan, ateşli silah kategorisine sokularak cezaları ağırlaştırılıyor ve  erteleme sınırının üzerine çıkarılıyor. Yine aynı derecede kritik bir düzenlemeyle, adli kolluk amiri olarak savcı belirlenmekte iken, İl İdaresi Kanunu’nun 11. maddesine getirilen ek düzenlemelerle  savcının yetkisi,  vali ve kaymakamlara devrediliyor. Bu, başta da bahsettiğimiz siyasi otoriteye bağlı vali ve kaymakamlara çok önemli bir yargısal faaliyetin devri anlamına geliyor. Bu durum, bu sayıda paketle ilgili görüşlerini okuyacağınız avukat Nalan Erkem’e göre, “Hem kuvvetler ayrılığı, hem de kişilerin özgürlük ve güvenlik hakkı ve adil yargılanma hakkı dahil pek çok hakkının ihlali anlamına gelen, sıkıyönetim ve olağanüstü hâl dönemlerine özgü yeni bir dönemi” getiriyor.

Tasarının görüşülmesi sürpriz bir şekilde ertelendi, bildiğiniz gibi. Bu, iktidarın paketle ilgili eleştirileri dikkate alıp bazı revizyonlar yapacağı anlamına mı geliyor, yoksa gerekçe olarak gösterilen Meclis gündeminin yoğunluğu geçince, pakete  kalındığı yerden aynen devam mı edilecek, şu gün itibariyle bilemiyoruz. Ancak, tasarı bu hâliyle yasalaşırsa, yeni ve daha boğucu bir döneme gireceğimiz muhakkak.

Ki zaten bunun başka emareleri de var. Şimdiye kadar olanlar yeterli değil miydi diyebilirsiniz, ama şu grev ertelemesi meselesi hayli önemli. Birleşik Metal İş Sendikası’nın aldığı ve yaklaşık 15 bin kişinin katılmasının öngörüldüğü grev kararı, Bakanlar Kurulu kararıyla 2 ay ertelendi bildiğiniz gibi. Gerekçe, grevin “milli güvenliği bozucu nitelikte” olduğu…

Şu kadar maceradan sonra, milli güvenliğin hem de grev gibi bir konuda yeniden gündemimize gelmesi, pek manidar değil mi? Yıllarca “MGK Devleti”ne karşı mücadele ettiklerini her fırsatta vurgulayan, bir zamanlar bu gerekçeyle toplumun tümünden destek isteyen ve bu desteği yer yer bulan AKP’nin, ilk karşısına çıkan “sınıf” meselesinde, “milli güvenlik” gerekçesini yardıma çağırması, daha doğrusu koşarak bu limana sağınması, demokratikleşme, sivilleşme gibi mevzularda “muhafazakâr” projenin nefesinin nerelere kadar yettiğinin de bir göstergesi. Şu şaşmaz bir turnusol kâğıdıdır zaten: Her türlü “demokratikleşme” hamlesinin ilk ve en sağlıklı test edileceği yer, sınıf/işçi meseleleridir.

Bu elbette AKP’nin ilk grev erteleme icraati değil. Daha önce de yine benzer gerekçelerle grevler ertelenmişti. Ancak, tam da şu dönemde “milli güvenlik” diyerek, üstelik toplanmamış bir Bakanlar Kurulu kararına dayanarak erteleme, iktidarın ne kadar keyfi davranabileceğini ve “devletleşme” hamlesinde nerelere kadar ilerleyebileceğini gösteriyor.

Keyfilik diyorduk. Haftaya yine, bir kez daha “başkanlık”  tartışmaları damgasını vurmuş vaziyette. Erdoğan’ın bu işi kafasına  koyduğunu ne zamandır biliyoruz, ama mevcut durumda konu artık iyice ciddiye bindi. Açıkçası, mevcut durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu işi neden bu kadar ihtirasla istediğini bilemiyoruz. “Mevcut durumda”dan kasıt şu: Cumhurbaşkanı Erdoğan, zaten Anayasa’yı keyfince ihlal ederek başkan gibi davranmakta bir beis görmüyor. Kendisini engelleyecek herhangi bir kurum da kalmadı, kör topal ilerleyen kuvvetler ayrılığı ilkesi tamamen berheva olmuş vaziyette.

Bir ihtimal, Haziran seçimleri için “hikâyesiz” kalan AKP’nin “Başkanlık getireceğiz, ama birileri karşı çıkıyor” diyerek meydanlara çıkması… Ama bunun, AKP tabanını neden heyecanlandırması gerekiyor, şahsen bilemiyorum. Belli bir kesim “Eh, madem Erdoğan istiyor, oluversin” diyecektir, ancak her şeyin ötesinde mesele yine “Başkanlık olsun mu, olmasın mı?” ikilemine sıkışmış durumda. Açıkçası, kendi adıma mevcut sistemin nerelerde tıkandığını ve getirilmesi düşünülen yeni sistemin bu tıkanıklıkları ne şekilde ve elbette hangi denetim/denge mekanizmalarıyla  açacağını öğrenmek isterdim. Ama galiba AKP’nin böyle bir derdi pek yok.