BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

İlk kez orada olamadım

Bu yıl ilk kez, 19 Ocak’ta bulunmam gereken yerde olamadım. Yani onun düştüğü yere bırakılan çiçeklere yukarıdan bakan pencere ile, Taksim yönünden gelen kalabalıkları ve sokak aralarını gören pencerenin arasında kalan köşede. Orada durup, her yönden gelen insanların kapının önünde toplanmalarını izler, kalabalık arasında tanıdık yüzler arar, açılan pankartları sayar, atılan sloganları dinlerdim, hüzünle ve içim titreyerek, “Aman bir olay olmasın” endişesiyle. Kimi zaman oldu, kimi zaman olmadı. Hatta evvelki yıl biber gazı bile vardı. Hep o köşede durup izledim, aşağı inip kalabalığa karışamadım, malum klostrofobiden. Pek selvi boylu da sayılmam ya, arada kalıp sıkışıyorum, bayılacak gibi oluyorum. İnsan bedeni zayıf bir araç, her zaman ruhuna ayak uyduramıyor. Nitekim bu yıl hepten onun azizliğine uğradım, hiç gidemedim.

Ben bu ruh-beden ilişkisine çok takılırım; acımızın da, mutluluğumuzun da en yoğun olduğu bir anda bedenimiz bize oyun oynar bazen. Mesela bir sevilenin cenazesinde ya da kendi düğününüzde, aniden bağırsaklarınızın bozulduğunu düşünün. Ne yaparsınız? Ne hissedersiniz? O sırada ruhunuzun coşkusunun bir önemi kalır mı? Neyse, çok kaskatı bir örnek oldu ama ne yazık ki böyle.

Akşamdan her şeyimi planlamış, yağmura ya da güneşe göre giyeceklerimi bile hazırlayıp öyle yatmıştım. Uyandığımda belimi doğrultamadım. Son yıllarda böyle aniden peydahlanan, geldiği gibi ansızın giden bir ağrıyı itiyat edindi belim. Olmayacak zamanlarda fena halde kazık atıyor bana. Sinirselmiş, öyle dediler. Ah, bu sinir meselesi ne işler açar insanoğlunun başına, değil mi? Sonuç olarak, o mahut günden sonra, ilk kez olan biteni uzaktan izlemek zorunda kaldım. Ha, bir de vurulduğu an orada değildim. Aslında olabilirdim, ki duyar duymaz ilk feryat ve ağlama krizini atlatır atlatmaz, olduğum gibi paltomu geçirivermiştim sırtıma, fırlayıp gitmek için. Akabinde kapım çalınmış ve bir dolu eş dost doluvermişti eve, “Sen şimdi fırlar gidersin, sakın gitme” diyerek ve telefonlar yağmıştı, kimi de yurtdışından. Şaşırmıştım, nasıl da hemen duydular diye. Neredeyse bizden önce duymuşlardı valla. Hatta bana telefon edip “Hrant’ı vurdular” dediklerinden en az beş dakika sonra TV’den göstermeye başladılardı.

İşte, bir 19 Ocak gününü evden çıkamayıp, olanı biteni televizyondan izlerken hep bunları hatırladım en baştan. Hatta ağladım bile, ve buna çok şaşırdım, zira eşimin, annemin, babamın öldükleri ânı hatırlarken, yine kahrolsam da artık ağlamıyorum. Düşündüm ya da bir yerden takıldı kulağıma; bir insanın adından hâlâ söz ediliyor ve anıları taze kalıyorsa, o ölmezmiş. Sonra boyuna birilerini aradım telefonla, “Neredesin, yürüyor musun, kapının önünde misin, bir terslik yok ya?” gibi gibi endişelerle ve bahanelerle. Ah, çok zordu orada olamamak, katılamamak, paylaşamamak, uzaktan izlemek, yabancı gibi. Hayranı olduğum Murathan Mungan’ın sesini bu anlamsız makineden dinlemek... Yanı başında olmak varken...

Aralarında ben olmasam da sekiz yıl sonra hâlâ böylesine bir kalabalığın toplanmış olması etkileyici ve de manidar tabii. İnsanlar adalet istemekten vazgeçmiyor. “Yerini bulmamış adalet, katilleri ve kurbanları çoğaltır” sözü ne kadar doğru. Ve “Sevginin sahtesi olur ama nefretin olmaz” sözü... Ki Hrant’ındı sanırım, ki ‘kin tazelemek için değil, hafıza tazelemek için’ konuşması nedeniyle susturulmuştu.

Vallahi, kanal kanal dolaştım bütün gün. Her konuşanı, konuşulanı dinledim. Elim kaleme gitmedi bir türlü. Notlar alayım dedim, bölük pörçük kaldı. Sır perdesi aralanamadı... Sorumluluğu olan kamu görevlileri hakkında soruşturma hâlâ devam ediyor, sonuç yok... Polislerin ifadelerine bakınca, cinayetin adım adım geldiği görülüyor, buna rağmen engel olacak hiçbir tedbir alınmıyor.ç. Bu arada Cizre Emniyet Müdürü Eren demir teslim oluyor... Aaay, çıldırır insan.

Doğrusu, Agos’un önündeki ‘Yüzleşin! Hrant’la soykırımla!’ yazan afiş çok etkileyiciydi. Bana gayriihtiyari, geçen akşam Beşiktaş’ta gördüğüm afişi hatırlattı; koca koca harflerle ‘Ermeni soykırımı senaryosu’, altında da ‘emperyalist bir yalandır’ yazıyordu. İsmi lazım değil bir kuruluşun düzenlediği, ismi lazım değil bir prof’un konuşacağı bir konferansın afişiydi. Tam orada trafikte sıkışıp kaldık. Çünkü bulunduğumuz yer ve saat, sanki Beşiktaş’ın kendi sıkışıklığı yetmezmiş gibi, protokol geçişi nedeniyle mecburi trafik kesilmesine denk geldi, belki yarım saat afiş bana, baktı ben afişe. Bizim afiş o sinirime iyi geldi. Valla, kesiyorum artık, deştikçe batacağım. Umarım bu yıl adalet yılı olur.