Geçtiğimiz günlerde Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç bir makale yazarak AKP’nin bir ABD projesi olduğunu, kâh tanık olduğu bazı vakalarla, kâh kendi analizlerini de katarak, öne sürdü. Bir dönem AKP ile hayli yakın olmuş ve hâlâ o çevrede neler olup bittiğini yakından izleyen bir isim olarak, yazdıkları ses getirdi. Bunun, saydığım özellikler dışında da nedenleri vardı elbette. Ona da geleceğiz. Fakat bu konu açılınca AKP öncesindeki DSP-ANAP-MHP koalisyonunda görevler üstlenmiş olan ve hâlâ DSP’nin genel başkanlığı görevini yürüten Masum Türker konuyu sürdürdü ve Taraf gazetesine verdiği röportajda, Bulaç’ın sözlerini bir başka açıdan destekleyerek, kendince yeni kanıtlar öne sürdü.
Bunlar, kimilerine inandırıcı gelecek, kimilerinin ise spekülasyon olarak bakabileceği argümanlar. Durduğunuz yere bağlı. Benim de gelmek istediğim yer, asli olarak bu iddia ve argümanların doğru olup olmamasından çok (ki pekâlâ olabilir), Türkiye’de siyasetin bu meseleyle kurduğu marazi ilişki ve siyasal argümanın üzerinde durduğu tuhaf zemin. Mesela, AKP Gülen Cemaati’ni bir ABD projesi olarak tanımlarken, zaman zaman Cemaat’in de dahil olduğu genişçe bir çevre de, AKP’yi ABD projesi olarak tanımlıyor. Solun geniş bir kesimi, ulusalcılar ve MHP’ye yakın milliyetçi düşünce ise, hem AKP’yi, hem de Cemaat’i ABD projesi olarak tanımlamakta. Bu bahsettiğimiz kesim için zaten Türkiye’de hükümetlerin büyük çoğunluğu, elbette çok partili dönemde işbaşına gelenler, ABD projesidir. Ve bu hükümetler ne zaman ABD ile ters düşmüşlerse, bir şekilde devrilmiş, darbeye maruz kalmışlardır. Bu, çok çelişik bir biçimde, bizi TSK’nın da bir ABD projesi olduğuna götürür ki bunun da en büyük ispatı, her darbe sonrası TSK’nın ilan ettiği NATO’ya bağlılık açıklamasıdır.
Bu argümanların doğruluğunu, tutarlılığını tartışmak değil niyetim. Bu, ayrı ve çok daha kapsamlı bir makalenin konusu. Bu aşamada sadece şunu söyleyebilirim kendi adıma: ABD ile ilişkiler meselesini gözardı etmek ne kadar yanlışsa, tüm siyasi argümanı bunun üzerine kurmak da o kadar yanlış.
Belli bir açıdan bakınca, ülkedeki hemen her siyasi aktör ABD projesi olabiliyor ve bu aktörler birbirlerini ABD projesi olmakla suçlayabiliyorlar; bu bir geçer akçe gibi duruyor. Bu yazı için esas soru şu: Bu bize ne getiriyor? Yani siyasi düzlemde bir siyasi güç bunu söyleyerek ne elde etmeye çalışıyor? Çok açık ki, toplumsal düzlemde bunun bir siyasi aktör için negatif bir puan olacağını hesaplıyorlar. Yani diyelim ki bir hükümetin ya da muhalif bir odağın ABD projesi olduğu ortaya çıkarsa, toplum, seçmen bu aktörden yüz çevirecek, böylece o aktör itibarsız hale gelecek. Kimi sol, ulusalcı ve milliyetçi akımlar için ise bu aslında o aktöre karşı bir darbeyi de meşrulaştıran bir durumdur. Bir iktidarın bu tür bir ilişki içinde olduğu yönündeki kanaat güçlüyse, ona karşı yapılacak her türden hamle meşrudur. Yerine NATO’ya bağlı bir cunta gelse bile...
Peki, bu argümanın toplum düzeyinde bir karşılığı var mı? Diyelim ki bir siyasi aktörün ABD projesi olduğu, kanaat düzeyini aştı ve ispatlandı. Bunun bir karşılığı oluyor mu? Toplum o aktörden yüz çeviriyor ve –iyi senaryoda– bir darbeye filan gerek kalmadan o aktör saf dışı kalıyor mu? Bana sorarsanız, bu da söylenemez. Hükümetler düzeyinde bakarsak, sadece bu nedenle bir hükümetin iktidardan düştüğünü söylemek zor. Yani ABD’nin bir şekilde iktidardan düşürdüğü hükümet bulabilirsiniz ama toplumun ABD ile fazla içli dışlı diye iktidardan ettiği bir hükümet bulmakta zorlanabilirsiniz – hele ki ortada ekonomik kriz filan yoksa… Çok uzağa gitmeye gerek yok; 2001’de DSP ve MHP, ABD’nin Irak işgaline mesafeli davrandı ama iktidardan düşmekten kurtulamadı. AKP ise, biraz dikkatle bakıldığında anlaşılacağı üzere, işgalden yana tavır aldı. Kamuoyu açısından bakacak olursak, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bir kesim, ABD askerlerinin Türkiye topraklarından geçerek Irak’a girmesini istemiyordu ama bunun için AKP’ye oy anlamında bir ceza kesmedi – AKP’nin, bu işi bir aşamada bir ‘at pazarlığı’na dönüştürmesine rağmen...
Öyle görünüyor ki, bir siyasi aktörün ABD projesi olması, daha doğrusu ABD ile fazla içli dışlı olması ve bunun su götürmez bir bilgi oluşu tek başına bir anlam ifade etmiyor. Diğer işler, bilhassa serbest piyasa ekonomisi (ki bu bir yandan da yoksulluğu derinleştirebilir ama orta sınıf için bunun bir önemi yoktur) yolunda ise parti iktidarını sürdürebiliyor. ‘Gözden düşmek’, açık ki başka faktörlere bağlantılı.
Buraya kadar mutabıksak şu soruya yanıt arayalım: Madem öyle, bu argüman neden bu kadar müşteri topluyor ve hâlâ iş görüyor? Nasıl bir siyasi zeminimiz var ki, bu argüman olmadan bir şey söyleyemiyor ve bir şeyi açıklayamıyoruz?
Bu, net bir hüküm vermenin zor olduğu, spekülatif bir alan. Gözlemlerimizi, tahminlerimizi yazıyoruz. İlk olarak: Bu, doğrusu kimi çevreler için kolaylık sağlıyor. Bilhassa da mağluplar için. “ABD projesi” deyip çıkıyorsunuz işin içinden. Onu iktidar eden ya da iktidardan düşüren toplumsal dinamikler hakkında hiç kafa yormadan. En çok da burada işe yarıyor galiba.
İkinci olarak: Türkiye’de siyaset biraz da böylesi, hiçbir yere varmayacak çekişmeler, didişmeler üzerine kurulu. Şu konu mesela belki de toplumun geneli için bir şey ifade etmiyor somut düzeyde ama siyasetin de böyle cereyan etmesine alışılmış artık. Doğruların çok sık değişmesine alışan bir çoğunluk var; onların siyasi argüman düzeyinde herkes her şey olabilir ve aynı zamanda değişebilir. Bir parti ya da aktör aynı zamanda hem İsrail, hem de İran ajanı olabilir ve elbette ABD projesi de olabilir. Ve bu her yıl değişebilir.
Bu bir şeye iyi geliyor belli ki, ama neye iyi geliyor? Onu da haftaya konuşalım bari.