NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Dinle neyden kim hikayet etmede

Birkaç hafta önce 'Çok alametler belirdi' başlıklı yazıda insanın durumundan, yalnızlaşmasından söz etmiş, dayanışmanın, ortak gelecek duygusunun ortadan kalktığını söylemiştim. Bunun temelinde küreselleşme adı altında yürüyen yeni işgal/sömürü düzeninin yattığını ileri sürmüştüm.

İnsanı, halkı önde tutmayan, konjonktüre göre birkaç onyılda bir kendini yenileyerek ‘yeni dünya düzeni’ adı altında yeni bir strateji kuran egemen sınıf/devlet ideolojilerinin yansıması. Geçen yüzyılın başında yola çıkan, önce İngiltere’nin sonra ABD’nin başını çektiği, öteki devletlerin vagonlarda yer aldığı ‘doktrin’ler... Sonuncusu da işte bu küreselleşme mit’i.

Bu arada insana, insanlığa ne oluyor?

Kısaca Mevlana Celaleddin, hatta Mevlana olarak andığımız Mevlana Celaleddin-i Belh-i Rumi 13. yüzyılda yaşamış ünlü mutassavvıf. Onun mesnevisinin ilk beytine bakalım:

            Dinle neyden kim hikayet etmede

            Ayrılıklardan şikayet etmede

Ney, bildiğimiz, kamıştan yapılma, sufi, tasavvuf müziğinin ana enstrümanı. Neşeli olduğu pek görülmez, uhrevi, semavi, yakaran, müşteki bir müzik.

Bu ilk  beyit ne söylüyor? Neyden, ne için şikayet ediyor ney?

Yüzlerce beyitlik Mesnevi’nin hemen ilk iki dizesi hikayeti de şikayeti de bize anlatıyor.

Görüyoruz ki, ney’in şikayeti ayrılıklardan...

Ney’in sözünü ettiği ayrılıklar nelerdir? Neler olabilir? Ney nereden ayrılmış olabilir?

Bu ayrılık acaba gönüllü bir kopuş, gönüllü bir ayrılık mıdır?

Gönüllü olsa böyle şikayet eder mi? Demek ki, kopmuş, kopartılmış...

Ney’in şikayeti ayrılıklar... bize ayrılıkları, ayrılıkların ıstırabını anlatıyor, ondan şikayetçi..

Ayrıldığı da ne, nasıl bir yer?

Bir sazlık... Sazlıkta bir kamış... Uçurtma yaptığımız, dilerek sepet ördüğümüz, toprak damlarımızın altına serdiğimiz kamış...

Bizimki kamış olmaktan ney olmaya geçmiş, yükselmiş... Ama şikayetçi.

Neden? Çünkü aslından kopartılmış. Yerinden, yurdundan edilmiş.

Ne der bir halk deyimi, “Bülbülü altın kafese koymuşlar...”

Ayrılıklar...

Üstünde yaşadığımız bu topraklar, adına Anadolu, Küçük Asya, Ön Asya denilen bu coğrafya, aynı zamanda Kavimler Kapısı adıyla da anılır.

Kavimler kapısıdır, çünkü en büyük göç hareketlerinin olduğu topraklardır bunlar.

Göç, insan topluluklarının yığınsal hareketleri, yer değiştirmeleri.

Kopuşlar... ayrılışlar...

Yok oluşlar... dirilişler.

Gurbet... Sıla.

Bu topraklarda yaşayanların ortak tarihi, ortak kaderi.

O kadar ki, bugün Türkçe’deki sıla-gurbet açmazı, bizdeki içerikte, bizdeki çağrışımlarla, bizdeki duygu yüküyle hiç bir Avrupa dilinde yoktur.

Gurbet ve sıla, kopuş ve ayrılış, hicran, firak, iftirak, özlem ve hasret; bunlar bütün edebiyatımızda buram buram vardır, hepimiz biliriz. Şu  türküye bir bakalım:

Gümüş ibrik idim kaynadım coştum

Kendi yağım ile kavruldum piştim

Kadrimi bilmezin eline düştüm

Eğil dağlar, eğil kıymet bilinsin

Eğil dağlar benim sılam görünsün

Ayrılık teması, hasret, gurbet çok hissedilen, çok sık dile getirilen bir duygudur.

• Ayrılmak ne kadar zor, unutulmak çok acı

• Ayrılık ateşten bir ok

• Ayrılık yarı ölmekmiş

• Suda oynar balıklar

  Ölüm var ayrılık var

  Ne bu sevda olaydı

  Ne de bu ayrılıklar

• Ölüm allahın emri, ayrılık olmasaydı...

• Üç derdim var birbirinden seçilmez

   Bir ayrılık, bir hasretlik, bir ölüm

Yalnız türkülerde değil, şiirde de kopuşun, kopartılışın eşsiz örnekleri vardır.

Nazım Hikmet:

            Çok yorgunum beni bekleme kaptan

            Seyir defterini başkası yazsın

            Çınarlı kubbeli mavi bir liman

            Beni o limana çıkaramazsın

Peki, yalnız kişiler midir ayrılıkları yaşayan, kopan kopartılan?

Ve yalnız kişiler midir şikayet eden?

Ve zulüm, bu şikayat yalnızca ayrılıklarla mı ilgilidir?

Ne gezer...

Kavimler kapısı Anadolu’nun bağrı, tarih boyunca, kavimlerin göçüyle, halkların yer değiştirmesiyle, zorunlu iskanla, tehcirle, zulümle, isyanla yanıktır.

Yunus Emre:

Ya ilahi dersual etsen bana

Cevabım iş budurur anda sana.

Ben bana zulmeyledim ettim günah

Neyledim n’ettim sana ey padişah?

Nesne eksildi mi mülkünden senin?

Geçti mi ya hükmüm hükmünden senin?

Rızkını yeyip seni aç mı kodum?

Ya yeyip öynünü muhtaç mı kodum?

Yunus Emre 600 yıl önce ayrılıktan değil zulümden yakınıyor, şikayeti padişaha.... Ben sana şunu mu yaptım, bunu mu yaptım derken, büyük ozan, aslında bunu bunu bunu sen bana yaptın, diye haykırıyor!

Şikayet ve haykırış orada bitiyor mu?

Biter mi?

Tarihte Yavuz Selimler var...

Pir Sultan Abdal çağında Hızır Paşalar var.

İnsanları topluca, diri diri toprağa gömdürdüğü için

“Kuyucu” lakabıyla ödüllendirilen Murat Paşalar var...

Talat var, Enver var.

Var oğlu var...

Tarihimizde zulüm hatırı sayılır bir yere sahip.

Ve bundan her halk nasibini almış...

Safeviler... Şiiler... Ezidiler... Aleviler.

Ve Türkmenler. Ve Rumlar. Ve Süryaniler. Ve Ermeniler...

Dadaloğlu Yunus Emre’den 400 yıl sonra, 18.-19 yy’da yaşamış bir halk ozanı.

İskana, yani zorla yerleştirmeye tabi tutulmuş Türkmen-Avşar boylarının büyük ozanı.

Muharrem Ertaş’ın, Ruhi Su’nun ayrı güzellklerle bize söylediği türküsünün bir yerinde

Hakkımızda devlet etmiş fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir

diyen odur.

Zulüm, acı, ayrılık, göç, muhacırlık Türkiye halklarının tarihinden de, kişisel tarihimizden, yaşantımızdan da hiç eksik olmamış.

Anadolu insanı bugün de yeryüzünün dörtbir köşesine darı gibi saçılmış durumda. Hepimiz göçmeniz. Hepimiz muhacırız.

Yüz yıl önceki 2 milyona yakın Rumlardan bugün 1500-1600 kişi kalmış. Komşu hemen her ülkedeki Ermeni nüfusu onların anayurdu olan bu topraklardakinden fazla.

Irak halkı on yıllardır acının, kırımın, katliamın kucağında yaşıyor...

Suriye halkının iki milyona yakını kırımdan, ölümden kaçmış, Türkiye’de, Ürdün’de per perişan kışı karşılıyor.

Ermeniler için Der ez-Zor ne ise, nasıl bir sembolse, bu insanlar için de bulundukları yer öyle sembollere dönüşüyor.

Onların hikayesi, onların şikayeti ney’in inlemesinden daha derin, daha kalıcı.

Çünkü acı kalıcıdır. Kalıcı olan acıdır.

Son haftaların öne çıkan tartışma konularından biri Ankara’daki cumhurbaşkanlığı sarayı. Bu tartışmayı anlamakta zorlanıyorum. Ankara yüzyıla yakın ülkenin başkenti. İstanbul’daki, yani eski payitahttaki saraylar saymakla bitmez. Ankara’da bir tane bile yok(tu). Olmalıydı, oldu. Bundan şikayete mahal var mı? Bir şey eksik kaldı, onu da yapalım tamam. Bundan böyle Başkent Ankara yerine Payitaht Ankara deriz, olur biter.