Geçen yazımda size, Berlin’de imrenip kıskandığım daha nice şeyler olduğunu ve içimden taşıp durduklarından, mutlaka anlatmam gerektiğini söylemiştim. Düşündüm sonra, o kadar çoklar ki, hepsini yazmaya kalksam neredeyse bir kitapçık olur. O halde en önemlisini seçeyim dedim. En önemlisini ve en etkileyicisini... Ve de ‘acı’yı seçtim. “Acı da kıskanılır mı yahu?” demeyin, kıskanılırmış valla. Tabii ki aslında kıskanılan şey ‘acıya duyulan saygı’dır ama bu, ‘acıyı yaşayabilme hakkı’nı çağrıştırdığında, külliyen acının kendisini kıskandığını fark ediyor insan. Yani onunki acı da, benimki değil mi? Onun dedesini yaktılar da, benim dedemi de kesmediler mi? O acılı oluyor da ben niye yalancı oluyorum?
Tahmin ettiniz, değil mi? Yahudi Soykırımı’ndan söz ediyorum. Daha doğrusu, onun verdiği acıya Almanların gösterdiği saygıdan. Bakınız, bu kadarını yazınca bile kıskançlık duyuyorum; ‘Yahudi’ yerine ‘Ermeni’ yazsaydım, soykırım kelimesini yazarken elim titrerdi, sonuçlarını düşünürdüm, iş alır mıyım başıma diye. Biz, bir başbakanın yarım ağızla verdiği bir taziye mesajıyla avunurken, bir yandan internette “Dünya kamuoyunun artık yanlış yönlendirilmesine son vermek ve Ermeniler tarafından hiçbir dayanak gösterilmeden, sadece duyduklarıyla hareket edip ‘sözde Ermeni soykırımı’ yapıldığı masalına kesin bir nokta koymak” amacıyla imza kampanyaları dolanıyor. Ne denir buna?
Kanıt yokmuş, kanıt. E tabii, Almanlar düzenli bir şekilde kayıt kuyut tutmuş ne de olsa, kıyımlar özel olarak inşa edilmiş mekânlarda yapılmış, bizimki gibi dağda, bayırda, dere kenarlarında değil. Kimse, marifetmiş gibi film, fotoğraf falan çekmemiş. Ay, biliyor musunuz, Madame Tussaud Müzesi’nde, bütün mumyalar dokunabilecek, birlikte resim çektirilecek şekilde ortalıkta dururken Hitler’inkini özel cam bir bölmeye koymuşlar, insanlar ağzını burnunu kırıyormuş. Neyse, bu kara mizah parantezi araya giriverdi yine.
Dillere destan Yahudi Müzesi’nin milyonlarca ziyaretçisi var, ülkeye bir dolu para kazandırıyor. Üstelik, içindekiler yalnızca, ölen insanlardan kalan ufak tefek anılar. Ama olsun, öyle etkileyici ki... Zigzaglı, garip, metalik bir bina olan ve eski barok bir binadan tünelle geçilen müzenin kendisi öyle bir tasarlanmış ki, içine girip de allak bullak olmadan çıkmak mümkün değil. Son derece rahatsız edici; parçalanma, kaybolma, panik, hiçlik, güvensizlik, boşluk, tedirginlik gibi şeyler hissettiriyor. Hiçbir bölmede kesin bir duvar olmadığı halde, klostrofobik bir etki yaratıyor. Ve bastığın yer, ayağının altından her an gidecek gibi... Hava alacak bahçe, labirent gibi... Ve her pencere, insan bedenine kesik atılmış gibi. Yaz kış soğuk tutulan, hiçbir şekli olmayan, merdiveni üç dört metreden sonra başlayan, yüksek duvarlı, garip bir mekân da var. Ne anlama geldiği o kadar açık ki. Tüm insanca duyguları yerle bir eden her mekâna, bir yerlerden giren küçük ışıklar var, umut gibi. Çok acayip. Bu tariften anlaşılmıyor, değil mi? İnanın, içine girildiğinde de öyle.
Şehrin orta yerinde, lahit gibi binlerce boy boy gri taş bloktan oluşan, sembolik bir mezarlık var. Yahudi Şehitliği. Onu da kıskandım. Ama beni en çok etkileyen, yolda yürürken birden durup, ölen bir Yahudi’yi hatırlamak zorunda bırakılmak. Geniş kaldırımlarda bisikletler için ayrılmış yerlerin dışında, minik paket taşlarından oluşan bölümler var, binalara yakın kısımlar. Orada yürürken bazen ayağın bir şeye takılıyor. Düşmezsen, durup bakıyorsun. Yerde sarı metal, küçük, yuvarlak bir plaket var. Üzerinde, ölen bir Yahudi’nin adı var ve “Bu evde yaşadı” yazıyor. Onu da kıskandım. Hatta ağladım.
Nedeni biraz farklı. Bizi gezdiren arkadaşımızın dediğine göre, o plaketlerin seviyesini özellikle diğer kaldırım taşlarından biraz yüksekçe tutarlarmış ki insanlar yürürken takılsın ve mecburen durup baksın. Bu bana ne hatırlattı dersiniz? Hani, heykeltıraş Mehmet Aksoy’un, Hrant’ın anısına yaptığı, vurulmuş beyaz güvercin heykeli tam düştüğü noktaya konacaktı ya, kaldırımın altında olacak üzerine de cam konacaktı ya... Ne oldu sonra? İnsanlar cama basıp kayabilirler diye, vazgeçildi. Kaymayan cam arandı, bulunamadı, heykel de oraya konamadı. Biz de düz siyah bir taşa razı geldik.
Ne kadar düşünceli belediyelerimiz var bakın, aman birilerinin ayağı kayar diye dert edip, acıyı vurgulamaktan vazgeçiyorlar. Oradakiler demek ki böyle ince düşünceli değiller; özellikle milletin ayağı takılsın diye uğraşıyorlar. Birilerinin yüzükoyun kapaklanma ihtimaline bile aldırmıyorlar. Burada da varsın kaysındı birkaç kişi, kaysındı da görsündü acıyı. Kıskandım işte, onu da kıskandım. Hadi şimdi söyleyin bakayım bana, acı da kıskanılır mıymış?