Son üç haftada yaşananlar, muhafazakâr kesimin fikirsel darboğazını açık etmesi itibarıyla da çarpıcıydı. Gezi direnişi etrafında dönen tartışmalarda, hükümeti savunmayı görev edinen bir kısım yazar çizerin argümanlarının zayıflığı, iktidarı protesto edenleri ısrarla bir komplonun uzantısı olarak göstermek isteyen tavırları, bu grubun psiko-patolojisi hakkında çok şey söyledi.
Bu durumu, babasının ölümünü kabullenmek istemeyen çocukların haline benzetebiliriz. Kemalizm Türkiye’de hemen tüm siyasi eğilimlerin kendilerini içinde, yanında veya karşısında tanımladıkları, sürekli referans gösterdikleri başat ideoloji ve bir anlamda bütün fikirlerin ‘baba’sı oldu… Muhafazakârlık da pek çok bakımdan bu ‘baba’nın eseri ve ‘baba’nın öldüğünü reddetme, dolayısıyla sorumluluktan, büyümekten kaçma hali, muhafazakârların kimliğini ve dünyayı algılayışını fazlasıyla şekillendiriyor. Açayım…
Geçen hafta, Sky Türk’te yayımlanan, Hilmi Hacaloğlu’nun sunduğu programın konuğu oldum. Yayın formatı gereği, Gezi direnişinin haklılığını savunan üç katılımcının karşısına, olaylarda iktidarın haklılığını savunan ve muhafazakâr kesimi temsil eden üç tartışmacı yer alıyordu. O programda, benim de dahil olduğum direnişi savunan üçlü, eylemlerdeki fikirsel çeşitliliği, farklı talepleri ve yaşananların darbecilikle ilgisi olmadığını anlatmaya çalıştıkça, karşı taraf, olan biteni 28 Şubat’la, Cumhuriyet mitingleriyle, başörtü karşıtlığıyla eşleştirmeye çalıştı.
Öğretici bir tartışmaydı. Zira oradaki haleti ruhiye, Müslümanların çoğunluğunun son olaylar karşısındaki tavrını yansıtıyordu. Bu tavır, her şeyden çok, muhafazakârların, kendilerini sürekli olarak karşıtları üzerinden tanımlama, dolayısıyla, bir kendiliğe sahip olamama zaafıyla malul olduklarını gösteriyordu.
Türkiye’de dindarlar, yıllar yılı, devlet yönetimini elinde tutan imtiyazlı Kemalist seçkinler sınıfının hegemonyası altında, kenarda tutuldular, ötekileştirildiler. Sağ partilerin oy deposu olarak siyasete renklerini kattılar belki; belirli dönemlerde özellikle sola ve başta Aleviler olmak üzere farklı inanç gruplarına karşı Kemalizm’in müttefiki de oldular, ancak sıra iktidarın paylaşımına geldiğinde, ya geri planda kalmak –misal başörtülü eşlerini gizlemek– zorundaydılar, yahut da, ciddi bir iktidar adayı haline geldiklerinde, darbe tehdidine maruz kaldılar. Nihayetinde, esas oğlan olmadıkları onlara daima hissettirildi.
Kemalizm ve onun temel ilkelerinden laiklik, Müslüman kesimin baş hasmı oldu yıllar yılı. Böylece, İslamcı, muhafazakâr kimliği tanımlayan, karşıtı olduğu, modernleşmeci, laik, batılılaşmacı Kemalizm oldu. Müslümanlar siyasi alanda kendilerini Kemalizm’in otoriterliğine, tektipçiliğine karşı mücadele eden haklı bir davanın temsilcileri olarak gördüler. Bu karşıtlık, bu karşıtlığın içinden Kemalizm, adeta İslamcılığın yaşam kaynağı –babası– oldu.
Son on yılda ise, değişen dünya koşulları altında Kemalizm ve onun gölgesinde beslenen darbecilik, başta AK Parti’nin muazzam seçim başarıları olmak üzere, türlü etkenler nedeniyle geriledi. Ordu kışlasına çekilirken, özellikle Ergenekon yargılamalarından sonra darbeci zihniyet toplumun geniş kesimleri tarafından mahkûm edildi, siyasi zeminini büyük ölçüde kaybetti.
Bu gelişmelerin ardından, muhafazakârların, ayaklarının bastığı zemini yeniden tanımlama çabasına girişeceği, tepkisellikten uzaklaşacağı, fikirsel olarak gelişip serpileceği beklenirdi, ancak öyle olmadı. AK Parti iktidarda yol aldıkça, kendine güveni artıp toplumun geri kalanıyla daha sağlıklı ilişki kuracağı yerde, bir tür rövanş ihtirasıyla, eğitimden sağlığa, diyanetten kadına, aileden eşcinselliğe bir dizi meselede değerlerini toplumun bütününe dayatmaya, karşı çıkışlara ise kibir ve nobranlıkla yaklaşmaya başladı. İktidarı eleştirenler için etiketler hemen hazırdı: Bölücü, Ergenekoncu, darbeci, komplocu…
Bu hal, Gezi Parkı protestoları sırasında iyice açığa çıktı. Ortada herhangi bir darbe çağrısı yokken, ordu zaten darbe yapacak halde değilken, hükümetin istifasını veya değişmesini istemek her halükarda demokrasi sınırları içindeyken, iktidar yanlısı muhafazakâr cenah, sefalet mertebesinde bir performansa imza attı. Protestolar, gayrımeşru ve uluslararası bağlantıları olan bir planın parçası kabul edildi; buna karşın Gezi’den yükselen eleştirilerin bam tellerine ilişkin kayda değer tek bir cümle sarf edilmedi.
Görünen o ki, muhafazakâr kesimin önemli bir kısmı, babalarının öldüğünü kabul etmeyen, yani büyümek istemeyen çocuklar gibi davranmaya bir süre daha devam edecek. Meşruiyetlerini babalarının kötülüğünden almaya o kadar alışmışlar ki, onun artık var olmadığını kabul ederek hayatla gerçek bir bağ kurmak istemiyorlar. Bu tüketici ilişkiden besleniyor, ayakları üzerinde durmaktan korkuyor, meselelere ilkeler çerçevesinde yaklaşmayı reddediyorlar. Çünkü babanın ölmesini kabul, tüm değerler sisteminin yeniden inşasını, zorlu bir kendine bakış sürecini, derinlemesine bir dönüşümü ima ediyor ve belli ki korkutuyor.
Muhafazakâr kesim, zor ama elzem olanı yapmak yerine, kendi siyasi çıkarına uygun bir şekilde, nereye baksa darbecilik, nereye baksa halkı hor görme, nereye baksa dine hakaret görüyor. Oysa, bu görüşler, artık laik kesimin büyük kısmı tarafından da benimsenmiyor. Darbeci, tektipçi, ayrımcı, ulusalcı zihniyet, bugün artık Gezi direnişçileri tarafından, ancak, Erdoğan’ın sonunun Menderes gibi olacağını söyleme gafletini siyaset sanan Levent Kırca gibi kendi kendinin parodisi halini almış bir figürün hiç de komik olmayan gülünçlükleri olarak görülüyor. Oysa muhafazakârlar, Kırcagillerle dalga geçen Gezi ruhunu darbeci olarak yaftalamaya dünden razı; çünkü meseleye, çok iyi bildikleri o eski ikiliğin sığ çerçevesi dışında yaklaşmak zorlarına gidiyor.
İşin garibi, babalarının öldüğüyle yüzleşmeyi reddederek onunla siyasi kavga vermeyi sürdürmek isteyen muhafazakârlara karşı, ulusalcılar da, ölmüş babalarını sağmış gibi mezarından çıkarmaya çalışıyor. Çocukluktan sıyrılmak istemeyen bu iki siyasi hasmın ortasında kendine alan açmaya çalışan Gezi gençliği ise, büyüklerinden çok daha olgun bir ruhla bakıyor yarına.