2 Temmuz günü Silivri’de görülmeye başlanan KCK davasında, bu adaletsiz yargılamanın başından beri yapıldığı gibi, Kürtçe savunma hakkı gasp edildi ve hâkim karşısına çıkarılan vatandaşların anadillerinde ifade verme talepleri reddedildi.
Mahkeme Başkanı, tutumunun nedenlerini açıklarken, bu davada Kürtlerin ve Kürtçenin yargılanmadığını kanıtlamaya çalıştı kendince. Bunu yaparken de, Lozan Antlaşması’nın azınlıkların haklarının korunmasına yönelik maddelerine atıfta bulundu. “Kürtler gayrimüslim unsur değildir. Lozan’da bu yüzden yer almazlar. Onlar asli kurucu unsurdur. Bu nedenle anadilleri ile savunma yapmalarına ilişkin bir düzenleme yoktur” diyen Mahkeme Başkanı, sanıkların anadilleri Kürtçeyle savunma hakkına kulaklarını tıkarken, onlara bir anlamda, “Siz ikinci sınıf değilsiniz” demiş oldu. Ne mutlu…!
KCK yargılamalarında bu durum ilk kez yaşanmıyor. Örneğin, bu yılın başında, Şubat ayında, İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin gördüğü davada da, mahkeme, yine aynı, Kürtlerin azınlık değil “kurucu unsur” oldukları gerekçesini öne sürmüştü.
Kürtlerin azınlık değil de kurucu unsur oldukları için anadillerinde eğitim ve benzeri haklardan yararlanamayacakları tezinin hayli gülünç bir tarafı var. Azınlığın yararlandığı haklardan çoğunluğun yararlanamaması gibi bir durum, ancak pozitif ayrımcılık uygulamalarında söz konusu olabilir ki; pozitif ayrımcılık, doğası gereği, dezavantajlı durumdaki azınlığın avantajlı durumdaki çoğunluğun seviyesine ulaşmasını hedeflediğinden, çoğunluğun ihtiyacı duymadığı, zaten sahip olduğu bir hakkı ifade eder. Velhasıl, Kürtlere “sen asli unsursun” dedikten sonra, “ama gayrimüslimlerin yararlanabileceği haklardan yararlanamazsın” demenin hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.
Öte yandan, mahkemelerin yaptığı “kurucu” veya “asli” unsur tanımlaması da, Türk Hukuk Sistemi’nin, gayrimüslim vatandaşları hâlâ yabancı olarak gördüğünün yepyeni bir teyidi oluyor. ‘Kurucu’ veya ‘asli’ olmayan vatandaş algısı, birilerinin 2. sınıf olduğu, ‘biz’e ait olmadığı kabulüne dayandığından, günümüzün demokratik devlet anlayışıyla bağdaşamaz.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri, gayrimüslim vatandaşları, varlıklarını kerhen kabul ettiği yabancı ve tehlikeli unsurlar olarak gördü; onları büyük bir tehdit olarak kabul etti ve bu yüzden de azaltılmaları için elinden geleni hiçbir zaman esirgemedi. 1974’teki bir Yargıtay kararı, gayrimüslimleri “yerli yabancı” olarak tanımlayarak, bu ülkenin eşit vatandaşları olmadıklarını çok net bir şekilde ortaya koydu. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ise, 2006’da, AK Parti’nin hazırladığı Yeni Vakıflar Kanunu’nu, “gayrimüslim vakıflarının mülk edinmelerinin ulusal çıkara aykırı olduğu” gerekçesiyle veto ederek, bu ayrımcılığı en üst seviyeye taşımış oldu. CHP ise, benzer mülahazaları kullanarak, bugünkü lideri Kılıçdaroğlu’nun da imzasıyla, kanunu Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. CHP’li ‘sendikacı’ Bayram Meral’in, bu yasayla ilgili, iktidarı, “Mehmet’in değil Agop’un malını savunuyorsunuz!” diye azarlaması da akıllarımızda.
Bugün ise, ters bir mantıkla, anadilde savunma hakkı, “yabancı” olan gayrimüslim vatandaşların sahip olabileceği, ama asli olan Kürtlerin böyle bir hakları olmayacağı bahanesiyle gasp ediliyor. Böylece, eşi benzeri görülmemiş bir çifte ayrımcılığa imza atılıyor.
Ragıp Zarakolu, Büşra Ersanlı, Ayşe Berktay ve şiddete hiçbir şekilde bulaşmamış daha yüzlerce insanın yargılandığı KCK davasında katmerli ayrımcılık zaten sürerken, devlet zihniyetinin allı pullu maskesi altında ne pörsümüş bir canavarın yattığı, böylece bir kez daha görülüyor.
Hepimizi olduğu gibi kabul ettiğinde büyüyecek ve özgürleşecek bir devlet, işte böyle böyle, sürekli çocukluk hastalıklarının pençesinde kalıyor, bir türlü olgunlaşamıyor.