12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda benim gibi “evet” diyenler hükümeti eleştirince, bazı çevreler “Bak, gördünüz mü...” havasına giriyorlar. Onlara göre bizler baştan beri bu hükümeti desteklemiş ve hükümetin zaaflarının sebebi olmuşuz.
Bizler, Türkiye’nin son 60 yılını zehir etmiş darbeciliğin yenilmesi ve bir daha belini doğrultamamasını savunduk. Parlamenter rejimin yerleşmesini istedik. AK Parti ya da bir başka parti, kim halkın desteğini alır ve seçimleri kazanırsa onun ülkeyi yönetmeye hakkı olduğunu ifade ettik. Bazıları ise “Bu halka güven olmaz, onların seçtiklerine bu ülke bırakılamaz” ısrarını sürdürdüler. Bu ısrar, kaçınılmaz olarak darbecilere sempatik bakan, askerin gelip siyasetçileri ‘hizaya sokmasına’ destek veren yaklaşımları güçlendirdi.
Temel sorun militarizm
Türkiye’nin yakın tarihindeki temel mesele, askerin siyasete müdahalesidir. 60 yıl içinde üç askeri darbe, onlarca askeri müdahale yaşadık. Bunları normal mi karşılasaydık? Cumhurbaşkanlığı seçimini engellemeye çalışan ve bunun için askeri bildiriler yayımlayan militarizmi mi destekleseydik? Gazete küpürleriyle hazırlanan iddianamelerle %50’ye yakın oy almış bir partinin kapatılmasını sağlamaya çalışanlara alkış mı tutsaydık?
2000’li yıllar, bu müdahaleci zihniyetle hesaplaşma yıllarıydı. AK Parti’ye iktidarı vermemek için çok sayıda darbe hazırlığı yapıldığı, artık mahkeme dosyalarında. Bazıları buna inanmak istemediler. Sanki askerler hiç darbe yapmamış ve darbe yapmaya niyetli değillermiş gibi algılamayı tercih ettiler. Darbe iddiasını bir ‘komplo’ olarak sunmak işlerine geldi.
Şimdi yakın tarihe dönelim: 27 Nisan’da yayımlanan e-muhtıra, Meclis’in cumhurbaşkanı seçmesini engellemeye yönelik, yasadışı bir müdahale değil miydi? Anayasa Mahkemesi’nin “367’yi bulmadan Meclis’i açamaz ve cumhurbaşkanı seçemezsiniz” kararı, icat edilmiş, uydurma bir karar değil miydi?
AK Parti’nin kapatılması davası, başka partilerin de o güne kadar ha bire kapatılmış olması, bir avuç Anayasa Mahkemesi üyesinin ülkenin bütün kaderine hükmedecek konumda bulunması doğru muydu?
AK Parti yönetimi ve Tayyip Erdoğan, darbecilere karşı dik durdu ve bu meselenin kökünden çözülmesi noktasında sağlam bir direniş sergiledi. Desteklemese miydik? Ergenekon, Balyoz, Kafes davalarından bu yana Türkiye’de siyasi suikastlar ve faili meçhul cinayetler son buldu.
AK Parti’nin de, diğer siyasi güçlerin de iyi yaptığına iyi, kötü yaptığına da kötü demek, ilkesel olarak sağlıklı olandır. Kemal Kılıçdaroğlu, seçim kampanyası boyunca örneğin Kürt sorununda olumlu mesajlar verdiğinde onu da desteklemek gerektiğine inandık ve öyle yaptık.
Tayyip Erdoğan ve AK Parti yönetimine olan tavrımızda bir tutarsızlık bulunduğunu düşünmüyorum. Avrupa Birliği konusunda olumlu adımlar atıldığında destek olduk, ayak süründüğünde karşı çıktık. Kıbrıs konusunda çözüm yanlısı tavır aldığında iyi dedik, değişen tavır karşısında eleştiriden geri durmadık.
Ermenistan’la ilişkileri normalleştirme yönünde çabalar sarf edildiğinde ne yapmalıydık? Tabii ki olumlu karşıladık. Sonra tıkanıp geri adım attıklarında da gerekli gördüklerimizi söylemeye çalıştık.
Kürt sorununda başından beri hükümetle tartışıyoruz. Bu amaçla, çok sayıda girişimde bulunmakla birlikte, işin zorluk potansiyelinin de en başından itibaren farkındaydık. Bu nedenle bu konudaki tutumumuz –ve tepkilerimiz– hükümetin uygulama ve yaklaşımlarına orantılı şekilde gelişti.
AK Parti’ye öfke
Ne yazık ki, Türkiye’de kendini solcu olarak tanımlayan bazı çevreler, askerin siyasete müdahalesini AK Parti’ye duydukları öfke ve güvensizlik nedeniyle olumlu karşıladılar. Bir ilke hatası yaptılar. Siyasetin özgürleşmesi için siyaset-militarizm çatışmasında siyasetten yana tavır almak zorunluydu.
Bugün AK Parti’nin yaptıklarını eleştirdiğimiz zaman “Sizin yüzünüzden oldu” yaklaşımı içine girilmesi gerçekçi değil. Merak edenler, internette kısa bir araştırma yapar, neyi destekleyip neyi desteklemediğimize bakarlarsa, iddialarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiğini fark edeceklerdir.
Sonuç: Artık siyasette asker müdahalesi büyük ölçüde kalktı. Ancak, siyasetin demokratikleşmesi, özgürlük alanının genişlemesi yalnızca militarizmin tasfiyesiyle halledilebilecek bir mesele değil.
AK Parti, atanmışlardan değil seçilmişlerden oluşan, dolayısıyla toplumun denetiminden bağımsız olmayan bir yapı. Hiçbir lider ve hiçbir parti demokrasilerde kalıcı değildir.
Gönül istiyor ki, Tayyip Erdoğan militarizme karşı mücadeledeki cesaretini ve ataklığını ‘iç demokratikleşme’de de gösterebilsin. Şu andaki yönelimi ne yazık ki bu değil. Eleştirmeye devam edeceğiz.
Yapabileceğimiz budur. Gerisi halkın tercihi.