“Tek devlet”, “tek millet”, “tek bayrak” derken “tek din” de demez mi! Başbakan ‘tek din’i vurgularken, “ ‘Tek dil’ demiyoruz” vurgusunu da yaptı. Dil işi bitti derken önümüze şimdi ‘tek din’ çıkmaz mı...
Başbakan, dindar bir siyasetçi. İslami gelenekten geliyor ve geçmişte oldukça radikal fikirlere sahip olduğu da bir gerçek. Bunların hiçbirine kimsenin bir itirazı olamaz.
İslamcılığın geçmişte devlet baskısı altında olduğunu da bildiğimiz için, onun İslami geçmişi aynı zamanda bir ‘mağduriyet’ anlamına da geliyor. Halk onun bu mağduriyetini önemsedi, ciddiye aldı ve belki de bu kimliği nedeniyle ona daha çok oy verdi.
Başbakan ‘mağduriyet’ten geliyor. Ancak tarih şahittir ki, mağdurlar muktedir oldukları zaman, geçmişlerini unutup mağrurlaşabiliyorlar.
Şurası bir gerçek ki, İslami kesim ne kadar mağduriyet yaşamış olsa da bu ülkenin asıl mağdurları Kürtler, Aleviler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve solcular oldular. Hatta, İslami kesim bu mağdurlara karşı çoğu zaman Kemalist devletle işbirliği etmekten geri durmadı.
Gelelim ‘tek din’ meselesine. Başbakan, İslami bir gelenekten geliyor olmasaydı, bu sözleri belki daha az dikkat çekebilirdi. Dindarlığıyla bilinen bir başbakan, nüfusunun %90’ından çoğunun Müslüman olduğu bir ülkede ‘tek din’ diye bir tez ortaya atarsa, bu kaçınılmaz olarak endişelere neden olur.
Başbakan, sözlerinin nerelere gideceğini fark etmiş olacak ki aynı konuşmada şu vurguyu yapma gereğini de hissetmiş: “Bizde dinsel milliyetçilik de yok. Yani biz, ben Müslüman’ım ama ben Müslüman olmayana da en az Müslüman’a duyduğum saygı, en az Müslüman’ın güvencesi kadar onların da güvencesini sağlamakla mükellefim. O Hıristiyan olabilir, Musevi olabilir, ateist olabilir. Ne olursa olsun, onun da güvencesini korumak, sağlamak bizim görevimiz.”
Sağolsun Başbakan. Ancak onun, kendisiyle aynı inançta olmayanların güvencesi olması gerekmiyor. Kişisel güvenceden söz etmesi doğru bir tutum değil. Güvence evrensel hukuktur, hukuk devletidir. Değişik inançlardaki topluluklar demokratik bir devlette zaten özgürce yaşama hakkına sahiptirler. Başbakanların ilave bir güvence vermelerine gerek yoktur.
Ancak Türkiye’de ‘tek din’ diye çağrıda bulunduğunuz zaman, bu ülke gerçeği içinde nasıl bir çağrı yapmış olduğunuzu hesaplamanız gerekir.
Bu topraklar farklı dinden olanların çektiği acılarla doludur. Daha dün Malatya’da gerçekleşen Zirve Yayınevi katliamı, farklı bir dinden olmanın bedeliydi. Hrant Dink’e yönelik öfkenin derinlerinde de onun Hıristiyan olması yatıyordu. “Tek din” dediğiniz zaman, birilerinin ne anlayacağını kestirmeniz de gerekir.
‘Tek millet’ iddiası sorunludur; bu ülkede çeşitli milliyetler yaşıyor. ‘Tek bayrak’ şart değildir; İspanya’da Katalanların ayrıca bir bayrakları da vardır. Hele ‘tek din’, çok sorunludur.
Bugüne kadar her şey söylenmişti ama ‘tek din’ dile getirilmemişti. Laikliğin olmazsa olmaz koşulu, dini siyaset alanının dışında tutmak, devleti din tercihlerinden uzakta tutmaktır.
Modern bir devletin, demokratik bir devletin en duyarlı olması gereken alanlardan biri din alanıdır.
Ne yazık ki, Cumhuriyet’in kurucuları, ‘ulus-devlet’ zorlaması nedeniyle bu tekçi zihniyete sarılmışl ve bu ısrarları büyük acılara yol açmıştı. Kürt’ü zorla Türk yapma, Alevi’yi zorla Sünnileştirme, Hıristiyanları ve Yahudileri yok etme çabaları bu ülkeye çok pahalıya mal oldu. Yıkımlara yol açtı.
Cumhuriyet’in bu tekçi tercihi, toplumsal parçalanmaların da ötesinde, ekonomik olarak başarısız bir model yarattı. Anadolu, kaybettiği farklılıklarıyla, fakirliğe mahkûm edildi. “Hepimiz Müslüman olacağız, hepimiz Türk olacağız” diyenler, sonunda ülkeyi yokluğun, yoksulluğun esiri haline getirdiler.
Tekçilik, dünyanın hiçbir yerinde halklara ve toplumlara mutluluk getirmedi.