Suriye sorunsalının, sadece Türkiye’nin değil birçok ülkenin dış politikasını gözden geçirmesine neden olduğu söylenebilir. Suriye’de azınlık yönetiminin varlığını bu biçimde sürdüremeyeceği aşikâr, ancak yerini alacak iktidarın ne tür bir koalisyon oluşturacağı, içeride ve dışarıda ‘kimlere’ yakın bir siyaset sürdüreceği açık değil.
Radikal İslami kesimlerin varlığı, gayrimüslim azınlıkların, Kürtlerin ve azınlık durumuna düşecek Nusayrilerin yeni Suriye’de yaşayıp yaşayamayacakları gayet belirsiz. Ayrıca, Rusya’nın Suriye’deki askeri üsleri ile bu ülkede bulunan Rusların yeni dönemde varlıklarını sürdürüp sürdürmeyecekleri de garanti edilemiyor. Bir diğer konu ise, Suriye’de ülkeye hâkim bir iktidar kurulamaz ise, Irak ve Lübnan’ı da içine çekebilecek bir harita değişikliği ihtimali.
Suriye tablosunu daha da karmaşık hale getiren başka faktörler de bulunuyor. Bilindiği gibi Suriye’nin Golan Tepeleri İsrail işgali altında. Suriye-İsrail görüşmelerinin yapıldığı ve Türkiye’nin de arabulucu olduğu günlerde, İsrail buralardan çekilebileceğinin sinyallerini vermişti. Ancak ardından Gazze saldırısı olmuş ve hem bu tasarı rafa kalkmış, hem de Türkiye arabulucu olmaktan çıkıp taraf olmuştu. Dolayısıyla Suriye konusunda İsrail hâlâ bir oyuncu ve ‘yeni rejim’ konusunda çekinceleri bulunan bir devlet.
İran’ın da Suriye’den elini çekme direnci hatırlatılmalı. Yıllardır bu ülkenin rejimini destekleyen İran, bu yolla hem Sünni eksenine yani Suudilere, hem de İsrail ile olan gerginlik siyasetine baskı yapma imkânı bulmuştu. Üstelik Rusya’yı da bu siyasetiyle bölge işlerine dahil etmeyi başarmış ve Rusya-ABD dengesini Ortadoğu’da korumaya izin verecek gerginlik siyasetinden kendisine hareket imkânı sağlamıştı.
Avrupa devletleri ise, özellikle Fransa ve Birleşik Krallık, Ortadoğu’da yaşanan değişim sürecini yeni bir etki alanı genişletme stratejisi olarak görmüşlerdi. Libya’da olduğu gibi Suriye’de de ‘Batı kurtarıcılığı’nın öne çıkacağı düşünülmüş ve ABD’yi bile geriden gelmeye zorlayacak müdahalenin olabilirliği tartışılmıştı. Anlaşılan o ki Türkiye tam da buna izin vermedi.
Çok sayıda elin uzandığı Suriye’nin önüne set çeken Türkiye oldu; buraya kimseyi doğrudan karıştırmayacağını, ancak kendi rızası ve onayına uygun bir dönüşüm yaşanabileceğini beyan etti. İşte tam bu sırada, Türkiye’nin önüne önemli bir risk çıktı ki bu da mülteciler, terör ya da sınır ihlali gibi nedenlerle Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalede bulunması ihtimaliydi.
Girmenin kolay, çıkmanın zor olduğu Suriye’de Türkiye’nin Sünnilerle, İran yanlılarıyla ve hatta İsrail ile karşı karşıya kalma ihtimali olduğu kadar, Esed’in çatışmaları Lübnan’a taşıma olasılığı da bulunuyor. Bununla birlikte, anlaşılan o ki, Türkiye başta BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin’e olmak üzere, dünyaya, girmek zorunda bırakılırsa çıkma ihtimalinin de zor olacağı imasında bulunmuş. Bu, Türkiye’nin kendisini yakarken herkesi yakabileceğine işaret eden bir durum ve dolayısıyla tüm ülkeler açısından oldukça caydırıcı.
Caydırıcılık kısmen işe yaramış olmalı ki, Suriye’de uluslararası baskı ile bir miktar ateşkes sağlandı, BM’den gözlemciler bölgeye gidiyor ve Güvenlik Konseyi’nde ilk kez bu konuyla ilgili karar alınabildi. Alınan karar fazla keskin değil, ancak İran ile yapılan nükleer müzakerelerin arifesine geldiğinden, bu bir dizi uzlaşının göstergesi sayılabilir.
Suriye’den Türkiye’yi tahrik edecek saldırılar olmaz ise, içeride yeniden katliam yapılmaz ise, Rusya ABD tarafından kızdırılmaz ise ve İsrail hem İran nükleer müzakerelerini hem de ‘yeni Ortadoğu’ girişimlerini sabote etmez ise, Suriye’de istikrar için bir umut doğabilir.