Bir GSM şirketinin reklamı gösteriliyor televizyonlarda bugünlerde, Ata Demirer oynuyor. Demirer kâh şirketin teknoloji merkezinde çaycı oluyor, kâh güvenlik görevlisi, kâh o merkezin inşaatında çalışan işçi. Her rol için ayrı bir Anadolu aksanı kullanıyor. Reklamda bir de şöyle bir ayrıntı var ki, atlanacak gibi değil: Demirer sadece inşaat işçisini canlandırırken Kürt aksanı kullanıyor. Bu aslında çok önemli. Zira şu algı kuvvetlidir: Bu memlekette, inşaat işçisi dediğin, Kürt olur. Ve hepimiz biliyoruz ki bu algı boş yere oluşmamıştır, çünkü hemen hemen öyledir. Peki ama bu niye böyledir? Derin ve uzun mevzu.
Ne tesadüfse, bu reklamın gösterime girdiği günlerde Esenyurt’ta bir alışveriş merkezi inşaatında çalışan işçilerin kaldığı çadırlarda yangın çıktı. 11 işçi, taşeron firmanın inanılmaz ihmalleri ve kamunun yetersiz denetimi sonucu, yanarak can verdi. Ölenlerin hepsi değilse de önemli bir kısmının Kürt olduğu anlaşılıyor. Hatta aralarında deprem sonrasında biraz para kazanabilmek için Van’dan gelenler de vardı. Van’a yardım elini böyle uzatmış olduk. Uydurma çadırlarda barındırarak ve sigortalarını, öldükten sonra yaparak. O derin ve uzun mevzunun göstergelerinden biri, işte bu.
Aynı günlerde, ibretlik bir vaka daha yaşandı. Kütahya’nın Emet ilçesinde bir inşaatta (evet, yine inşaat) çalışan Kürt işçilerden bazıları çarşıda bir tartışmaya karışınca ilçe halkı milliyetçi duygularla ‘kışkırıp’ toplandı ve bu işçilerin kaldığı yeri bastı. Senaryo klasikti: “PKK bayrakları açtılar.” Bu dedikoduya inanmaya ve kışkırtılmaya hayli müsait yüzlerce Emetli, işçilerin etrafını çevirdi, eşyaların tutulduğu çadırları ateşe verdi. Düpedüz ırkçı bir linç havası esti ilçede, saatlerce. Devletin sevdiği tabirle söyleyecek olursak, ‘gerginlik’ –ki buna esasen linç girişimi demek gerekiyor– işçilerin Van’a gönderilmesiyle sona erdi.
Devlet ve medya bu tip vakaları “Gerginlik böylece sona erdi” havasıyla vermeyi pek sever ama olan, bir etnik gruba ait işçilerin bir kentten kovulmasıdır, bunun başka izahı yok. Kovulmakla kalmayıp kendi bölgelerine gerisin geri gönderilmesidir. Kürtlerin memlekette, devletin ve toplumun gözünde eşit olamadıklarının daha net bir örneği olur mu? Peki bu işçiler Van’a döndükten sonra, televizyonda bir hükümet yetkilisinin yaptığı, “Bu ülkede hepimiz kardeşiz, ayrım yoktur” gibisinden, beylik bir açıklamaya denk geldiklerinde neler hissederler dersiniz, en kibarından?
Tablo nettir. Bu ülkede Kürtler hem sınıfsal hem de etnik açıdan iki kere bastırılmaktadır. Seçimler öncesinde bazı sosyalistler BDP listelerinden bağımsız aday olduklarında kimi sol –ve ‘sağ’– çevrelerde, “Sosyalistlerin Kürtlerin arasında ne işi var?” tartışması başlamıştı. Bahsedilen adaylar ise Türkiye’de günümüz itibariyle Kürt meselesinin bir sınıf meselesi haline geldiğini, artık ezilen sınıfın yerini büyük ölçüde Kürtlerin aldığını, dolayısıyla bir sosyalistin Kürt hareketinden uzak kalamayacağını söylemişlerdi. Bu tespit büyük ölçüde geçerliğini koruyor, hatta tablo gitgide perçinleniyor, yukarıda verdiğim örneklerde görüldüğü gibi.
Denecektir ki, Türkler de yoksul. Elbette öyle, ancak ‘yoksulluk’ ve ‘yoksulluk bilinci’ ayrı ayrı şeyler. Yoksulluk bilinci, kabaca tarif edecek olursak, o durumun toplumsal, siyasal ve ekonomik şartları üzerine düşünmek, hangi eşitsiz şartlar sonucu o duruma düşüldüğü, bunu değiştirmek için topluca neler yapmak gerektiği üzerine kafa yormak demektir. Genelleme yapmak hiç de hoş olmasa da, ‘bu tarafta’ yoksulluk bilincinin artık pek oluşmadığını, oluşanın da ağırlıklı olarak AKP tarafından ‘emildiğini’ söylemek mümkün.
Hal böyleyken, AKP’nin bir de devletin Kürt sorununda onyıllar boyunca takındığı ceberut pozisyonu benimsemesi, meseleyi gitgide içinden çıkılmaz bir hale sokuyor. Son Newroz bayramında AKP’nin takındığı tutum, zihniyet olarak 12 Eylül’den çıkamadığımızı bir kez daha gösterdi. Önce İstanbul ve Diyarbakır’da, sonra bölgedeki çeşitli illerde Newroz’u kutlamak isteyen gruplara sert biçimde müdahale edildi, milletvekili Ahmet Türk polislerin fiziki müdahalesine maruz kaldı. Hükümetin şu dönemde sertlik manivelasını kullanmaya karar verdiği açıkça anlaşılıyor.
Newroz, 1990’lardan beri bir göstergedir. Kürt sorununda hangi aşamada olduğumuzu, bence şaşmaz biçimde gösterir. Devlet ve hükümet meseleye olumlu yaklaştıklarında bu tavır hemen Newroz alanlarında kendini gösterir, bayram hakikaten de bayram gibi geçer, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi. Devlet ve hükümetin, hangi hesapla bilinmez, ‘baskı’ politikasına geçmesi de Newroz alanlarında kendini gösterir. Zaten ezilen ve dışlanan genç kitlelerin umutsuzluğu, kendilerine ait hissetikleri, aidiyet duydukları tek şey olan bayramlarının ellerinden alınmasıyla isyana dönüşür. Bu yıl olduğu gibi.
Özetle, önümüzde hem sınıfsal hem de etnik bir mesele var ve iki cephede de mevcut eşitsizlikler sürdükçe söz konusu kitlenin hem sınıfsal hem de etnik reaksiyonlar göstereceğini tahmin etmek zor değil. Dolayısıyla, baskı politikası uygulayıp, sonra da “Neden olay çıkıyor?” demek mantıklı değil. Bugünün sorusu, bahsedilen her iki cephedeki eşitsizliği gidermek için bilhassa hükümet tarafından hangi adımların atılacağıdır.