Türkiye'nin yakın tarihi üzerine çalışmalarıyla bildiğimiz Taner Akçam'ın "Yüzyıllık Apartheid/1918-1923 Türkiyesi: Bağımsızlık ve Apartheid Rejiminin İnşası" başlıklı kitabı geçtiğimiz aylarda Aras Yayıncılık tarafından yayınlandı ve kısa sürede ikinci baskısını yaptı. Akçam ile kitabından yola çıkarak "Apartheid" olarak tanımladığı, Cumhuriyet rejiminin azınlıklarla ilgili politikalarına yakından baktık. Pek çok konu başlığını içeren söyleşimizin ikinci ve son bölümünü yayınlıyoruz
Kitabınızda 1921 Tekalif-i Milliye kanununa özel bir yer veriyorsunuz. Sizin çalışmanız çerçevesinde bu kanunun önemi nedir?
Tekalif-i Milliye Kanunu (veya emirleri), ‘Apartheid’ rejiminin oluşumunu sembolize eder. Söz konusu olan, 7-8 Ağustos 1921’de yayınlanan 10 emirdir. Savaşı yürütebilmek için, karşılığı verileceği sözüyle halktan zorunlu mal ve para toplanır. Yunanistan’a karşı savaşın bin bir zorlukla yürütüldüğü düşünülürse bu emirler anlaşılabilir. Ayrıca, toplanan mal ve paraların karşılığının verileceği sözü verilmiş ve alınan mal ve paraların karşılığı olarak makbuz verilmiştir. Fakat işin rengi makbuzların karşılığı ödenmeye başlanacağı zaman belli olur. 1923 ve 1924 yıllarında alınan kararlarla, Hıristiyanlardan toplanan mal ve paraların geri verilmemesi kararlaştırılır. Ve bu miktar zaten tüm Tekalif-i Milliye’nin %75’ini oluşturuyordu. Devlet, Müslüman vatandaşlara mal ve paralarının karşılıklarını veriyor ama Hıristiyan vatandaşlarınkini vermiyor. Uygulama çok açık: Hıristiyanlar eşit vatandaş sayılmıyor, en temel vatandaşlık hakkından mahrum bırakılıyor, devlet tarafından açıktan soyuluyor. Bu kararı alan modern Türkiye’nin kurucu sembolü meclis. ‘Yüz Yıllık Apartheid’ kitabımda, dönemin meclis gizli oturum tutanaklarında bu soygunun nasıl “kitabına uydurularak” yapıldığını, oturum tutanaklarından okuyabilirsiniz. Burada da “sinsi ve kurnaz” olarak tanımlayacağım ‘Apartheid’ sisteminin basit bir uygulaması söz konusu idi.
İlk Meclis’te Hıristiyanların vatandaş sayılmaması yönünde başka tedbirler de alındı mı?
Elbette alında ama örneklere geçmeden önce herkesin bilmesi gereken en temel gerçek şu: Ankara hükümeti, İttihat ve Terakki iktidarının bir devamıdır. Ve İttihat Terakki’nin 1913’ten itibaren yürürlüğe koyduğu, Hıristiyansız bir toplum yaratma projesini ilk günden itibaren kaldığı yerden hayata geçirmeye devam etmiştir. Örneğin Ankara Meclisi için yapılan seçimlere Hıristiyanlar dahil edilmediler. Hıristiyan vatandaşların elinden seçme ve seçilme hakkı zorla alındı.
Açılmasından hemen sonra Meclis’in ele aldığı ilk konuların başında, 1915 Ermeni soykırımı suçu ile yargılanmakta olanların serbest bırakılması gelir. Karar 8 Mayıs 1920’de alınmıştır. Açılışın ikinci haftasında alınan kararın sembolik değeri ortadadır. Bunu 11 Ağustos 1920’de, “tehcir davalarına” bakan mahkemelerin lağvedilmesi takip eder.
Görüldüğü gibi Ankara Meclisi, Ermeni soykırımının geride bıraktığı işleri temizlemekle meşguldür. Bu önemli adımlardan bir tanesi de Ermeni soykırımına katılmaları için hapishanelerden çıkartılarak Teşkilat-ı Mahsusa birliklerine katılan katillerin affedilmesidir. 22 Ocak 1921’de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının verdiği bir teklifle bu katiller affedilecektir. Hıristiyanlara yönelik cinayetlerin affedilmesi bir tek soykırım yılları ile sınırlı kalmamıştır. 31 Ekim 1923’te çıkartılan bir başka kanunla, 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra Kuvayı Milliye kuvvetlerinin işlediği tüm cinayetler affedilmiştir.
Hıristiyanlara karşı getirilen uygulamalar bir tek katliamlara katılmış suçluların affedilmeleri ile sınırlı kalmayacaktır. Ankara hükümeti, İttihat ve Terakki’nin, Ermeni mallarını yağmalama siyasetine de devam edecektir. Bu konuda ilk adım 14 Eylül 1922’de atılır ve İttihat ve Terakki’nin Ermeni mallarının yağmasını düzenleyen 26 Eylül 1915 kanunu yeniden yürürlüğe sokulur. Aradan zaman geçtiği için yeni bazı düzenlemeler yapmak gerekecektir. 15 Nisan 1923’te çıkartılan bir kanunla, 1918-1923 arasında el konulmuş veya konulacak mallar da kanuna dahil edilir. Yani İttihatçı sisteme geri dönülür.
Meclis’in aldığı kararlardan bir başkası da Hıristiyan ve Yahudi vatandaşların çalıştıkları şirketlerdeki işlerine son vermektir. Mayıs ve Haziran 1923 tarihlerinde İstanbul’dan Ankara’ya çağrılan yabancı şirketlerden, Hıristiyan ve Yahudi vatandaşları işten atmaları ve yerine Türkleri işe almaları istendi. Hıristiyan ve Yahudilerin, sadece devlet memurluklarında değil, bazı mesleklerde de çalışmalarını yasaklayan bir dizi kanun yapıldı. Bu kanunlarla Apartheid perçinlendi.
Burada sadece bazı örneklerini sayalım: 10 Mart 1924 Osmanlı Bankası İmtiyaz Süresini uzatan kanun; 2 Nisan 1924 Avukatlık Kanunu; 3 Mart 1926 ve 4 Temmuz 1936 Hakimler Kanunu; 18 Mart 1926 Memurin Kanunu; 24 Ocak 1927 Eczaneler ve Eczacılar Hakkında Kanun; 28 Mayıs 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu; 25 Haziran 1927 Sigortacılığın ve Sigorta Şirketlerinin Teftiş ve Murakabesi Hakkında Kanun; 14 Nisan 1928 Tababet ve Şuabatı [Hekimlik ve dalları] San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun; 11 Haziran 1932 Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun…
Görüldüğü gibi, kuruluş ile birlikte Hristiyan ve Yahudileri eşit vatandaş saymayan, onlara bazı meslekleri yasaklayan bir Apartheid sistemi yavaş yavaş inşa edildi.
1923'lerde Lozan anlaşması ile Ermenilerin geri gelmesi söz konusu oluyor. Ancak çoğu, ülkeye sokulmuyor. O dönemde nasıl vakalar yaşandı?
Tekrar etmek gerekir. Ankara Hükümeti, İttihat ve Terakki’nin Hristiyanlara karşı politikalarını kaldığı yerden devam ettirmiştir. Bu politikanın dört önemli sac ayağı vardı. Birincisi, tehcir veya başka nedenlerle yurt dışına çıkmış olanlar ülkeye sokulmayacak; ikincisi, içerde kalanlar çeşitli biçimlerde kovularak Türkiye’den çıkartılacaklar; üçüncüsü, şu veya bu şekilde içerde kalacak olanların dağınık yaşamalarına müsaade edilmeyecek ve belli merkezlerde toplanacaklar ve dördüncüsü Hristiyan ve Yahudiler temel vatandaşlık haklarından mahrum bırakılacaklar. Aynen de öyle yapıldı.
Lozan Antlaşması’nın 30 ve 36 arası maddeleri vatandaşlık hukukunu düzenler. Buna göre, Osmanlı devlet sınırlarında oluşan yeni devletlerde, kim hangi ülkede kalmışsa oranın vatandaşı olacaktı. Ama önceden yaşadıkları yerlere geri dönmek isteyenlerin vatandaşlık hakları iki yıl boyunca saklı tutulacaktı. İsteyen bu süre içinde geri dönebilecek, mallarını geri alabilecekti. Ayrıca geri dönmeyenlerin malları üzerindeki hakları da devam edecekti. Lozan hükümlerinin belli olması üzerine 1923 ve 1924’te geri dönen Ermeniler oldu. Ağustos 1923’te ABD’den gemi ile gelenler ülkelerine sokulmadılar. 1924’te ise rüşvet vererek ülkeye girmeyi başaranlar oldu. Haberin duyulması, rüşvet de söz konusu olduğu için büyük krize yol açtı. Basın konunun üstüne gitti ve konu bir hükümet krizine dönüştü. Bir bakan istifa etti ve birçok üst düzey memur görevden alındı. Oysa Ermenilerin ülkeye girmesinde kanuna aykırı bir durum yoktu. Fakat hükümet hiçbir Hıristiyan’ın geri dönmesini istemiyordu. Bunun için 2 Temmuz 1924’te Seyrüsefer Talimatnamesi düzenlendi.
Talimatname, Apartheid sisteminin önemli bir köşe taşıdır. Vatandaşlar iki gruba ayrıldılar. “Türk tebaası Müslümanlar” ve Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşlar. Müslümanlar, hangi nedenlerle çıkmış olurlarsa olsunlar geri dönebileceklerdi. Fakat Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşların ülkeye dönüşleri yasaklandı. Sadece Ankara Milli Hükümeti’nden pasaport alarak izinle çıkmış olanlar varsa geri dönebileceklerdi. Dönmeleri istenmeyenler kanunda, ““avdetleri arzu edilmeyen muhtelif anâsıra mensup eşhâs” olarak tanımlandı. Yeni çıkartılan başka kanunlarla ise, Türk ırkına mensup yabancı uyruklular “çok kıymetli sermaye” olarak tanımlandılar ve ülkeye girmeleri teşvik edildi.
İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün iç yapısını anlatan 1931 yılına ait bir belge bu açıdan çok önemlidir. Birinci Şube, “Birinci Şube Kısm-ı Siyasi” olarak adlandırılmıştır. Şube dört kısma ayrılmıştır. İkinci kısmın görevi şudur: “Türk tebaasından veya ecnebi tebaasından olan Grigoryan, Protestan; Katolik vesair her mezhepten olan Ermenilerle Türk ve Ecnebi Rumların ve Musevilerin faaliyeti siyasiyelerinin tespit ve cemaat işlerinin takibi ve bilcümle gayrı müslümlerin müessesatı diniye ve milliyelerinin tespit ve takibi ve gayrı müslüm firarilerin memlekete avdet edip etmedilerinin takibi ile meşguldür.”
Bu belgenin dili çok açık. İttihatçı politikaları devam ettirerek Hıristiyanları içeri sokmamak, içerdekini kovmak, kovamadıklarını ikinci sınıf vatandaş olarak yaşatmak için Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde bir birim kurulmuştur. Apartheid rejiminin bundan daha açık bir görüntüsü olabilir mi?
1923 sonrasında Ermenilerin daha doğrusu gayrimüslimlerin ülke içinde seyahat etmeleri de bir süre için yasaktı. Burada nasıl bir mantık güdülüyor?
Seyahat yasakları, soykırım sürecinde başlamıştı. Cumhuriyet dönemindeki seyahat yasaklarının en önemli nedenlerinden birisi de İstanbul’daki Ermeni, Rum ve Yahudilerin ekonomik hayatlarına darbe vurmaktı. Başta tüccarlar olmak üzere iş adamları bu yasak nedeniyle Anadolu ile ticaret yapamaz ve ekonomik faaliyet sürdüremez hale sokuldular. Ama bu yasak nedeniyle, örneğin İstanbul’da oturanlar kendi yazlık evlerine gidemez oldular. Yasaklar İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar devam etti. Bu da Apartheid rejiminin açık bir göstergesi idi.
1930’larda Ermenilerin kasaba ve köylerde yaşamasına izin vermeme eğilimi doğuyor. Öyle görünüyor ki bu tüm Türkiye’ye teşmil edilmiyor ama bazı bölgelerdeki Ermeniler sürülmekten kurtulamıyor sanırım.
Uygulama tüm Türkiye’ye teşmil edilmiştir. Özellikle kırsal alanlarda yoğunlaşma ciddi bir güvenlik tehdidi sayıldı. 1930’lu yıllarda Dersim kırsalında özel askeri arama tarama çalışmaları yapıldı ve bulunan Ermeniler hakkında raporlar yazıldı. Sason operasyonlarında yakalananlar zorla Suriye’ye sürüldüler. Bazı bölgeler, Ermenileri sürmek için Askeri Yasak Bölge ilan edildi. Askeri Bölge ilan edilen bölgelerde, ilgili kanuna göre yabancıların ikamet etmesi yasaktı. Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olan Ermeniler “yabancı” ilan edilerek bu bölgelerden zorla çıkartıldılar.
Az sayıda kalanlara dokunmadılar ama her yıl valilerden bölgelerinde Ermenilerin sayıları hakkında bilgi istendi. Bu Ermenilerin ne kadarının “yerli”, ne kadarının oraya sonradan gelme olduğu sorulan sorular arasındaydı. Valilerden rapor almak yeterli bulunmadı. Her yıl bölgelere düzenli müfettiş gönderilerek Ermeni nüfusundaki değişimler ve Ermenilerin ekonomik durumları rapor edildi. Mal, mülk, şirket gibi ekonomik varlıkları kayıt altına alındı. Kitabımda bu tür müfettişlik raporlarından örnekler var. Cevap verilmesi gereken soru şu: Sayıları neredeyse yokluk düzeyine indirilmiş Ermenilere yönelik yapılan bu uygulamaları nasıl açıklayacağız? Ülke güvenliği açısından hiçbir tehdit oluşturmayan bu insanlara karşı yapılan uygulamaların açık bir ırkçılık örneği olarak kabul edilmesi gerekir.
Şöyle bir şey sorsam: Agop Martayan her ne kadar soyadını değiştirmek (Dilaçar) zorunda kalsa da rejimde kendisine bir yer buluyor. Berç Keresteciyan da yine soyadını değiştirerek (Türker) milletvekili oluyor. Benzer başka örnekler de var. Bu örnekler sizin tezinize ters örnekler mi yoksa tezinizi bir şekilde destekleyen örnekler mi?
Elbette destekleyen örnekler. Amerika’da kölelik sisteminin en kuvvetli olduğu eyalet Virginia eyaleti idi. Ama burada köle sahipleri arasında siyah olanlar da vardı. Siyah köle sahibinin varlığı köleliğin olmadığının gerekçesi olabilir mi? Türkiye’de de dönem dönem göstermelik olarak Ermeni, Rum veya Yahudi milletvekiline özel izin verdiler, meclise aldılar vb. Yukarda aktardıklarım bu ülkede bir Apartheid rejiminin varlığını açık olarak göstermeye yeterlidir.
Özetle, modern Türkiye’nin başlangıcı sayılan yeni Meclis’in Nisan 1920’de açılmasından itibaren çıkartılan bir dizi açık veya gizli kanun ve kararnamelerle bu ülkede açık bir Apartheid rejimi kuruldu. Bu kanun ve kararnamelerin çoğu bugün bile yürürlüktedir. Yürürlükte olmadıkları durumlarda ise bunların yanlışlığı konusunda en küçük bir hesaplaşma yaşanmadı. Bu kanunların ruhu-varlığı kurumsal olarak etkisini sürdürmeye devam etmektedir.
Bu röportajda sadece kast sisteminin en altında yer alan Ermeniler özelinden hareketle oluşturulan Apartheid rejimini ele aldık. Kürtlere ve Alevilere hiç değinmedik bile… İşin özeti şudur: Cumhuriyet’in yüzüncü yılında ülkede bir Apartheid rejimi olduğu hala bilince çıkmış değil, bunun önemli nedenlerinden birisi, bu rejimin son derece “sinsi ve kurnazca” kurulmuş olmasıdır. Bu “sinsi ve kurnazlığın” arkasında yatan ise zayıflıktan kaynaklanan bir korkudur. Abdülhamit’ten İttiahtçılara ve oradan da Ankara rejimine geçen ilginç bir gelenek var: rejimler zayıf olduklarını biliyorlar ve Hıristiyanlara karşı şiddet önlemleri aldıklarında bunun dış müdahele ihtimali yaratmasından korkuyorlar. Bu nedenle yaptıkları şiddet gösterilerini “sinsi ve kurnaz” metotlarla örtmeye çalışıyorlar. Bu ülkedeki, Abdülhamit’ten bu yana devam eden bu korkaklıktan kaynaklanan “sinsi ve kurnaz” Apartheid rejimi fark edilmedikçe demokrasi ve insan haklarına ilişkin hiçbir sorun çözülemeyecektir. Acı gerçek budur.
(Söyleşinin birinci bölümü için: "Devletin tüm imkanları birinci grup Türkler için ayrıldı")