Gros, Mardin’de üniversitede çalışırken çevresindekilerden duyduğu, dinlediği kadın hikâyelerinin izlerini sürüyor; başka bir ülkeye taşınmasından sonra da, bu kadınlar, zaman ve coğrafyadan bağımsız olarak karşısına çıkan hayaletlere dönüşmeye başlıyor hayatında. Bu yoğunluk içinde, bedeninden çıkıp özgürleşmek isteyen, varlıklarından da, yok oluşlarından da çoğumuzun haberinin bile olmadığı kadınlar için bir yas, yüzleşme ve nihayetinde iyileşme ritüeli sanki bu eser.
Yoğun geçen akademik araştırma ve tez yazım süreçlerinin ardından boşluk hissinin tadını çıkardığım bir Mayıs günü, içimdeki merak beni gıdıklıyor ve ilgi alanları benimkilerle aynı olan akademik araştırmacılarla ve üretimleriyle karşılaşma hevesiyle, bilgisayarda arama motoruna, tezimde kullandığım ‘Ermeni’, ‘dans’, ‘alfabe’, ‘bedenselleşmiş öğrenme’ gibi bazı anahtar kelimelerin İngilizcelerini yazıyorum.
Karşıma çıkan sonuçlar arasında Nilüfer Gros ismi hemen dikkatimi çekiyor. Önce ‘Yuvayı Taşımak: Bedenselleşmiş Araştırma ile Tarihi Yeniden Yazmak’ başlıklı makalesini okuyorum; sonra Youtube’da, Paris Devlet Konservatuarı’nda yaptığı doktora araştırması için hazırladığı ‘Enterrer La Robe - Elbiseyi Gömmek’ adlı performansını izliyorum.
Türkiye’de 2010 sonrasında sönümlenmeye başlayan bağımsız dans sahnesinin susuzluğu ve sessizliği içinde nadiren sergilenen, genelde politikaya mesafeli, yeni bir hareket dili arayışından uzak yerel işleri ya da çok sponsorlu sanat festivallerinin dünyanın batısı için neredeyse artık klasikleşmiş eserleri, fahiş bilet fiyatlarıyla izlemeyi bırakalı uzun zaman oluyor. Elitist sanat çoğu zaman alanın otoriteleri tarafından onaylanmış aktörlerinin yolunu belli bir zaman ve bağlam içinde açarken, bu eylemden çok daha temel olan erişilebilir, sürdürülebilir, çeşitliliklere yer veren, kapsayıcı bir politikası henüz olmayan çağdaş dans Türkiye toplumunun geneline ulaşamıyor. Bu sorun, varlığı egemenler tarafından sürdürülen, makrodan mikroya anaakımda kendi monoloğunu üreten, tek tip, ayrımcı ve inkârcı bir pratiğin eseri.
Bu durum, bugüne kadar varlığını egemenlerce sürdüren, makrodan mikroya anaakımda kendi monoloğunu üreten, tek tip, ayrımcı ve inkârcı bir pratiğin eseri.
Uzun zamandır normalize olmuş, kendi eleştirisini üretemeyen bu ortam içinde, ‘Elbiseyi Gömmek’ adlı performans gerçek anlamda bir nefes alanı oldu bana izlerken. Eser 1915’ten günümüze, özellikle ülkenin doğusunda yaşayan, farklı kimliklerden ve yaşlardan kadınların maruz kaldıkları şiddete dair hikâyeleri çok katmanlı olarak dillendirirken, bu şiddet zincirinin halkaları arasındaki benzerlikleri de gözler önüne seriyor. Nilüfer Gros ve Nejbir Erkol’un birlikte kaleme aldığı metin, Fransızca üst yazıyla birlikte, Türkçe seslendiriliyor.
Performansın sergilendiği yerin düz bir duvar ya da sahne önü yerine mekânın köşesine yerleştirilmiş olması ve icracının performansı bu kavşaktan sergiliyor olması, izleyiciyi sanki karanlıkta kalmış hikâyelerin daralan koridorunun içine çekerek, kaçınılmaz olarak anlatının aciliyetine odaklıyor.
Sessiz bir kadın var sahnede, son derece sade; arkasında bir yığın toprak... Kadın düzensiz aralıklarla bu toprak yığınıyla bağ kurarken, gösterinin çeşitli yerlerinde, zihnimde, kendi mezarını mı kazıyor, birini mi arıyor, yoksa anlatısında geçen bir sürgüne, bir kaza kurbanına ya da saldırıda köyünde ölmüş bir kadına mezar yeri mi açıyor soruları uyanıyor.
Gros, Mardin’de üniversitede çalışırken çevresindekilerden duyduğu, dinlediği kadın hikâyelerinin izlerini sürüyor; başka bir ülkeye taşınmasından sonra da, bu kadınlar, zaman ve coğrafyadan bağımsız olarak karşısına çıkan hayaletlere dönüşmeye başlıyor hayatında. Bu yoğunluk içinde, bedeninden çıkıp özgürleşmek isteyen, varlıklarından da, yok oluşlarından da çoğumuzun haberinin bile olmadığı kadınlar için bir yas, yüzleşme ve nihayetinde iyileşme ritüeli sanki bu eser. Yüze sürülen toprak, toprağa bulanan beden bir arınmaya mı işaret ediyor, yoksa yaşanan vahşetin kadının ruhunda, bedeninde açılan yaraların bir sonraki kuşaklara bıraktığı izler mi bunlar? Hangisi bilemiyorum ancak izlemek iyi geliyor, zaman zaman dönüp tekrar bakmak istiyorum bu mana ağına. Anlatılan her kadın aslında tanıdık, hikâyeler söz ve sesle, kimi zaman da sessiz beden hareketleriyle buluştukça kanatlanıyorlar, tüm ağırlıklarına rağmen bir rahatlama oluyor sanki.
Eseri izlerken kurduğum kinestetik izdüşümleriyle kendi bedenimde ve belleğimde dolanıyorum. Aklıma Hrant Dink’in cenaze töreni içi memleketi Malatya’dan getirilen toprak geliyor. Toprak memleketimiz, aidiyetimiz, üzerinde kendimizi güvende hissettiğimiz, köklendiğimiz, beslendiğimiz ve beslediğimiz alan… Oysa bu eserde gördüğümüz gibi, başka kullanım alanları da var toprağın. Örneğin, dedem Tokat Erbaa’da 1915’te, henüz beş yaşındayken aile büyükleri onu kız kılığına sokmuş, götürülmemesi için yüzünü toprakla kirletmiş.
Nilüfer sahnede şeffaf bir beden gibi, bu ağır yükün altında ezilmeden, derin bir farkındalık içinde Ermeni, Kürt, Süryani, Ezidi, Türk, Yahudi kadınların yerlerinden edilme hikâyelerinin görülmesine, duyulmasına aracı oluyor. Gerçek anlamda sesini ise ilk olarak, Virginia Kerovpyan’ın büyükannesi Arşaluys’un sürgünde yaktığı ağıdı seslendirdiğinde duyuyoruz.
Eser bittiğinde alkışlamak bile çok zor; hem samimiyetle, iyi çalışılmış bir iş izlemenin keyfi, hem de tüm acılarıyla dışavurulan hikâyeler etime çarptığında yaşadığım sarsıntının etkisi altında kalıyorum. “Harika, harika bir iş!” diye kutlarken kalbim bu buluşmayı, her ailede yaşanan acıların, onaylanma ve anlaşılma çabası olmadan, kendi sesini, sözünü, ifadesini bulabilmesini diliyor ve James Baldwin’in şu sözünü hatırlıyorum: “Yüzleşilen her şey değiştirilemez; fakat hiçbir şey, yüzleşinceye kadar değiştirilmez.”