YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Tüm bunlara ‘doğal afet’ mi diyeceğiz?

Şimdi toplum on binlerce ölüyle, hâlâ enkaz altında olan on binlerce kişiyle, evsiz barksız ve çaresiz biçimde geleceğini düşünüyor. Bölgede kalanlar çadır bile edinememiş vaziyette. 20 Şubat’ta yaşanan ikinci depremlerde hayatını kaybedenlerin ve yaralananların bazıları, kalacak yerleri olmadığı için hasarlı binalara girmek zorunda kalanlar. İşte bu tablo içinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan her fırsatta birilerini azarlıyor, yeni bir düşman yaratmaya çalışıyor.

6 Şubat depremlerinin yarattığı felaket sarsıcıdır. Bu yazı yazıldığında can kaybı 41 bini aşmıştı ki bu sayının ne yazık ki aslında daha büyük olduğu tahmin ediliyor. 100 binin üzerinde yaralı var. İki milyonu aşkın kişinin bölgeyi terk ettiği tahmin ediliyor. Genel alışkanlık bu, depremleri 1999 Gölcük Depremi’yle karşılaştırmak. Bu kıyaslama yanlış değil, 99 Depremi de birden fazla kentte yıkıma ve on binlerce can kaybına neden olmuştu; Gölcük, Adapazarı gibi merkezler yerle bir olmuştu. 

Ancak bu son depremlerin gerek can kaybı, gerek yıkım açısından daha büyük sonuçlar doğurduğu, doğuracağı ortada. Bu yıkımı daha da büyüten bir unsur da hükümetin yetersizliği. Belki 99 Depremi için de ‘devletin yetersizliği’ diyebilirdik, ki öyleydi, ancak AKP’nin 20 yıllık iktidarında hükümet ile devlet iç içe geçtiği için, pekâlâ ‘hükümetin yetersizliği’ diyebiliyoruz. 

İlk iki gün büyük bir organizasyonsuzluk içinde geçti, bunu artık oraya gitmesek de anlayabiliyoruz. Peki, bunun nedenleri neydi? Öyle anlaşılıyor ki ilk sırada hazırlıksızlık var. Bu bölgede yıkıcı bir deprem olacağı yıllardır bilinmesine rağmen, birden fazla kentin yıkıma uğradığı bir senaryoya göre hazırlık yapılmamış. İş burada da kalmamış; depremin hemen sonrasında da büyük bir başıboşluk oluşmuş, bölgeye sevk edilen AFAD ekiplerinin saatlerce boş boş bekletildiğine dair onlarca tanıklık okuduk. Ne yapılacağı bilinmiyormuş. Böylece, yardım bekleyen yüzlerce enkaza en değerli saatlerde ulaşılmamış. Bununla da yetinilmemiş, ilk günler için ordudan da yararlanılmamış. Burada siyasi bir tutum olduğunu düşünebiliriz. Bununla da yetinilmemiş, maden işçilerinin bölgeye sevkinde hayli geç kalınmış. Bununla da yetinilmemiş, bölgeye çadır ve konteyner sevkiyatı organize edilmemiş. Hâlâ da edilmiş değil. 

Tüm bunlara ilave olarak, sivil kurumlarca bölgeye gönderilen yardım malzemeleri de ya geri gönderilmiş ya da bir yerde bekletilmiş. Burada sözü Maden Mühendisleri Odası’na bırakayım. Geçen hafta yayımladıkları raporda şu ifadeler yer aldı:
“Her türlü afet çalışmasında tek kamusal yetkili olan AFAD bir yandan gerek kapasite gerek zamanında ve etkin kararlar alma konusunda son derece yetersiz kalmış, diğer yandan sivil toplumun çalışmalara katılımını engelleyerek vahametin artmasına yol açmıştır. AFAD’ın bu başarısızlığına rağmen çeşitli organizasyonlar ve sivil toplum hem arama kurtarma çalışmalarında hem de gerekli yardımları temin etme konusunda önemli katkıları sağlamıştır.”

AFAD’ın bu yetersizliğinde kurumun hükümet açısından ‘kadrolaşma’ için bir imkân olarak görüldüğünden de bahsedenler var. Akla gayet yakın, çünkü yukarıda belirttiğim gibi, hükümet ile devlet artık içi çe geçmiş vaziyette ve her türlü kamu kurumu, AKP ve MHP için aynı zamanda bir kadrolaşma alanı. 

Sonuçta, hükümet açısından depremle mücadele başarısız biçimde başladı ve sürüyor. Üstelik deprem öncesindeki imar aflarını daha bu tabloya katmadık. 20 yıldır iktidarda olan bir siyaset, herhâlde depreme dayanıklı binalar konusunda kayda değer bir şeyler yapmalıydı. Yapılmadı. Arazi rantı yaratmaya dayalı, inşaat sektörünü palazlandıran bir sistem kuruldu ve Türkiye’nin her yerinde uygulandı. 

Şimdi toplum on binlerce ölüyle, hâlâ enkaz altında olan on binlerce kişiyle, evsiz barksız ve çaresiz biçimde geleceğini düşünüyor. Bölgede kalanlar çadır bile edinememiş vaziyette. 20 Şubat’ta yaşanan ikinci depremlerde hayatını kaybedenlerin ve yaralananların bazıları, kalacak yerleri olmadığı için hasarlı binalara girmek zorunda kalanlar. 

İşte bu tablo içinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan her fırsatta birilerini azarlıyor, yeni bir düşman yaratmaya çalışıyor. Hükümetin şekillendirdiği devlet mekanizması ise bölgeye gelen sivil toplum kuruluşlarıyla uğraşıyor, didişiyor, sahnede kendisinden başka kimsenin olmasına izin vermiyor. Ancak felaketin ve tepkinin boyutları o kadar büyük ki, Haluk Levent gibi isimlerin gördüğü destek karşısında bazen geri adım da atıyor. 

Velhasıl, toplum bir süredir sadece başına gelen felaketlerle uğraşmıyor, bin bir dert içinde, ‘devlet’ denen yapının sürekli olarak karşısına çıkmasıyla, yolunu kesmesiyle de uğraşıyor. Biz de buna ‘doğal felaket’ diyoruz.