Dün Kürtleri tanımayanlar bugün PKK şiddetini kutsuyor

12 Eylül askeri darbesinin ardından 15 yıl hapis cezasına çarptırılan, 7 yıl Diyarbakır Cezaevi’nde yüzlerce mahkûmla birlikte bir cehennemi yaşayan ve bugün de PKK tarafından ölümle tehdit edilen Kürt yazar Orhan Miroğlu, son kitabı Silahları Gömmek’te, artık silahlara veda etmenin zamanının geldiğini söylüyor.

 

FUNDA TOSUN

fundatosun@agos.com.tr

“70’lerde biri teklif etseydi ben de silahlı mücadeleye girerdim” diyen Miroğlu, bugün silahları gömecek olanın, bu mücadeleyi başlatan Kürtler olduğunu ifade ediyor. “Ben Kürt halkından umutluyum, pek çok meseleyi hallettikleri gibi bu meseleyi de halledecekler” diyen Miroğlu, artık bir dönemin sona erdiğini ve bir rüyanın bittiğinin altını çiziyor. 1970’lerde “Kürdistan’ı sömürgeden kurtarmak ve bağımsız bir Kürdistan kurmak hayalinin bir ihtimal olduğunu ve bu ihtimalin çok güzel olduğunu” söyleyen Miroğlu, artık bu rüyanın  sonuna gelindiğini belirtiyor.

•          Kitabın adıyla başlayalım. Şiddetin bu denli tırmandığı bir süreçte “Silahları Gömmek” adıyla bir kitap yazmak sizce ne kadar anlamlı ve gerçekçi?

Bence tam da böyle bir dönemde silahları gömmek gerekiyor. Daha doğrusu, son 10 yıldır aynı dönemdeyiz. Yani Öcalan’ın İmralı’ya getirilmesinden bu yana Türkiye hep silahları gömmeyi konuştu, bunu arzu etti. Ben bugünü dünden daha karanlık olarak görmüyorum. Kürtler açısından silahlı mücadelenin miadını doldurduğunu, silahlı mücadele içinde aktif rol oynayanlar ve savaş mağdurları dahil herkes bugün kabul ediyor. Ancak bunun koşulları yaratılamadı. Açılımın başarısızlığa uğraması, ardından PKK’nin Silvan saldırısıyla birlikte başlattığı yeni savaş hamlesi silahların bırakılmasının koşulunun oluşmadığını gösteriyor.  Karayılan’ın iki gün önceki açıklamaları da silahlara veda etme yönünde bir niyetin olmadığını gösteriyor. Karayılan kendisiyle ilgili, ‘Suriye’ye gideceği ya da İran’da Kandil için yer ayarlandığı’ türünde spekülasyonlara cevap verirken “Biz bu dağlardan devrim gerçekleşene dek inmeyeceğiz” diye yanıt verdi. Yani PKK silahları gömmeye maalesef hazır değil ama rasyonel gerçeklik silahları gömmenin vaktinin geldiğini gösteriyor. İşin siyasi aktörleri, devlet cenahında ve PKK tarafındakiler ne düşünürlerse düşünsünler toplum arzusu bu yönde.

• Kitabınızda PKK’nin kuruluş sürecine dair bilgiler de var. PKK’nin kuruluş yıllarındaki siyasi atmosferine ve PKK’nin kuruluşunu MİT ile ilişkilendiren teze dair ne düşünüyorsunuz?

Ben o zamanlarda genç bir insandım ve Diyarbakır’daydım. Bizim siyaseten takdir ve taklit ettiğimiz insanlar tarihi Diyarbakır cezaevinde tutukluydu. Bu insanların cezaevinden çıktıktan sonra Kürdistan’ı sömürge olmaktan kurtaracak bir örgüt kuracaklarını umut ediyorduk. O dönem kurulan tüm örgütlerde paradigma buydu; Kürdistan’ı sömürge olmaktan kurtarmak. Ancak bunun silahlı mücadele ile mi yoksa daha barışçıl yollarla mı olacağı konusunda ayrılıklar vardı. Ve o dönemde tesadüfler eseri ben PKK ile değil başka bir grupla tanıştığım için silahlı mücadeleye girmedim. Eğer önce bu fikri savunan arkadaşlarla tanışsaydım ben de PKK’li olabilirdim. Böyle bir konjoktürde MİT değil, CIA ya da MOSSAD da gelse bir değil birkaç örgüt kurabilirdi. Ben PKK’nin MİT tarafından kurulduğu gibi bir tezin doğru olduğunu düşünmüyorum. Ancak PKK oluştuktan sonra PKK’nin içine MİT girmiştir. Nitekim Cevat Öneş verdiği bir röportajda “PKK’yi biz kurmadık ama PKK’nin içinde bir grubumuz vardı” dedi. Bu bilgiyi aşağı yukarı Öcalan da doğruladı. PKK’yi MİT kurdu demek, son 30 yıl içinde PKK’nin Kürt meselesinde oynadığı rolü görmememiz demektir.

Kürt siyasetindeki arayış ve mücadele durumu 1979’a dek sürdü. Sonra 80 darbesi her şeyi bitirdi. Bu süreç içinde Kürtlüğe sahip çıkarak belediye başkanı seçilen insanlar oldu. Yani bayağı bir yol alınmıştı ve önü kesilmeseydi bu yol daha da ilerleyebilirdi. Şimdi düşündüğümde, tüm bu siyasi atmosfere baktığımda aslında bu şiddet dönemini yaşamayabilirdik gibime geliyor. Yani 79’a kadar süren gelenek devam etseydi, Kürt siyaseti farklı şekilde ilerleyebilirdi.

•          O döneme dair, Pre-PKK hareketi olarak nitelendirdiğiniz Dr. Şıvan’ın Kürt siyaseti içindeki mirası neydi?

Bence çok önemli ve kıymetli bir miras. Yaşasaydı Kürt hareketi başka bir mecrada olabilirdi. 70’li yıllarda bir gerilla hareketi planlamak için ortaya çıkan bu hareket, Güney Kürdistan’da bir üs kurarak gerilla hareketi yürütmeyi planlıyordu. Başarılı olamadı. Dr. Şıvan hareketi devam etseydi, PKK’den çok daha aydın karakterli bir Kürt çizgisi olabilirdi. Hareketi oluşturan bütün kadrolar üniversite mezunuydu ve bu da hareketin zihniyetini belirliyordu. PKK bu mirası reddetti, ideolojik manada Dr. Şivan’ı benimsemedi. PKK sadece Şivan’ın mirasını değil, Kürt aydınlarına da yakın olmayı istemedi. Bu anlamıyla PKK hep bir yanı eksik olan, aydın bir damarı olmayan bir çizgide sıkıştı.

PKK bu sıkışmışlık içinde, Marksizmden etkilenmiş olmasına rağmen, zamanla Stalinist bir çizgiye kaydı. KCK da bu kaymanın göstergesidir. KCK programı ve işleyişi tamamen Stalinisttir. Bütün adli kararlarda son noktayı Öcalan’ın koyması başka türlü yorumlanamaz. Kürt hareketinin elinde legal bir siyaset kanalı varken, yani BDP dururken, KCK gibi bir yapı oluşturmanın ne anlama geldiği üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bir kez daha aynı noktaya geliyoruz, PKK barışa hazır değil. Barışa hazır bir PKK bugün şunu söyleyebilmeliydi: “Kürt hareketini temsil eden yegâne parti BDP’dir.”

Şimdi konuştuğumuz tüm bu meseleler, Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiğinde savunduğu düşüncelerdi. O zamanın Kürt partisinin tek muhatap olduğunu, PKK’nin kendini lağvetmesi gerektiğini kendisi söylüyordu. Ama zaman içinde bu çizgiden uzaklaştı.

•          Peki, 99’da bunları söyleyen Öcalan ne oldu da sizin tanımınızla bu kadar Stalinist bir çizgiye kaydı? Kitabınızda Öcalan’ın Türkiye getirildikten sonra özerkliğini yitirdiğini ve Ergenekoncularla muhatap kılınmasının PKK’nin şiddet stratejisinde belirleyici rol oynadığını söylüyorsunuz…

Türkiye’ye getirildikten sonra Öcalan, orduyla bu işi çözebileceğine inandı.  Öcalan’ın bu düşüncesi Türkiye gerçekliğine de uygundu. Ortada muhatap alınacak siviller yoktu çünkü. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne siyaseti vesayet altına alan askerleri Öcalan’ın da muhatap alıyor olmasında bir gariplik yoktu aslında. O dönem İmralı görüşmelerini sürdüren, daha sonra Ergenekon sanığı olan komutanlar Öcalan’a PKK’nin doğru dürüst savaş yürütmesi gerektiğini söylüyor, “Daha fazla kan dökün ki devlet sizi ciddiye alsın” diye telkinde bulunuyorlardı. Bu süreç içerisinde PKK pek çok kez silahları bırakmak konusunda irade göstermesine rağmen, bunu bir türlü başaramadı. Çünkü PKK’nin bu çabalarına karşılık Türkiye Ergenekon’la karşılık verdi.

2007’den sonra ise AK parti bu işin siyasi muhatabı olduğunu açıkça ortaya koydu ama bu kez de PKK, muhatabına karşı muhatap gibi davranma becerisini gösteremedi. Bu on yıllık süreçte bir dönemde PKK yalnız, bir dönemdeyse AKP yalnız kaldı. Bugün Ergenekon zihniyeti ile hareket eden çeşitli siyasi gruplar, sadece karakol baskınları gibi provokatif saldırılarla değil, her türlü mücadele yönetimini kullanarak AK Parti’yi iktidardan indirmeyi amaçlıyorlar. Bir zamanlar karşılarına geçip de “Ya hu Kürtler de biraz haklıdır” diyemeyeceğimiz insanlar, bugün bırakın legal Kürt siyasetini, PKK’nin şiddet siyasetini dahi destekliyor, kutsuyorlar. Bu tavrın samimi olduğuna inanmak çok zor. Öte yandan, samimiyetle Kürtlerin mağdur olduğunu, bu mağduriyetin PKK şiddetini doğurduğunu dün de söyleyen, bugün de söyleyen insanlar var. Bunlara da bir sözüm olamaz zaten.

•          Kitabınızda, Öcalan ve İmralı süreciyle, Mandela’nın tutsak edildiği Roben Adasında yaşananları karşılaştırdığınız bölüm var. Öcalan’ın kendisini Mandela’ya benzetmesine cevaben mi böyle bir karşılaştırma yapma gereği duydunuz?

Hiç böyle bir niyetim yok. Öcalan kendisine Mandela diyor, hadi ben de neden Mandela olmadığını ispat edeyim diye hiç düşünmedim. Esas olarak PKK hareketi ile Güney Afrika Ulusal hareketinin benzeyen ve benzemeyen yönlerine baktım. Öte taraftan, Öcalan’ın neden Mandela olmadığını anlatmanın Kürt siyasetinin içinde bulunduğu durumu görmek açısından faydalı olabileceğine de inanıyorum. Bunun kişisel bir öfke veya başka olaylarla karıştırılmasını istemiyorum. Öcalan neden Mandela değil sorusunun yanıtı ise kitapta ayrıntılarıyla var. Mandela iki yüzyıl ırkçılıkla mücadele eden bir dünyanın en pozitif figürü haline geldi. Mandela’nın siyasetiyle Öcalan’ın izlediği siyasetin benzeyen yanlarından çok benzemezleri var. Öte yandan, bütün dünyanın beyazı-siyahıyla bir Mandelası vardır. Ama bırakın dünyayı, Türkiye’nin bile Türküyle Kürdüyle bir Öcalan’ı yok. Bunun için bir gerek de yok ama eğer bir adada tutsak olmanın bir ve aynı olmayı getirdiği öne sürülüyorsa, bunları da konuşmalıyız.

KÜRTLER PKK’YE SIRTINI DÖNEMEZ

Kürtler ve PKK’yi birbirinden ayrı değerlendiren bir politika, her adımda iflas etmeye mahkûmdur. Uludere katliamında da bu anlayışın nasıl tıkandığını gördük. Değil PKK ile Kürtleri ayırmak, devletin PKK ile savaşsın diye kurduğu korucularla PKK’yi ayırmak dahi mümkün değildir. Ölenlerin çoğunun dahil olduğu korucu ailesini sonuçta PKK-BDP hattı toprağa gömdü. Yani sizin kurduğunuz güvenlik örgütü, sizin savaştığınız insanlar tarafından gömüldü. Bu gerçeğin kabul edilmesi gerekir. Kürt halkı bir bütündür. Eğer Kürtlerin istediği onurlu bir barışı onlara vermezseniz, ne yaparsanız yapın uzlaşamazsınız. Kürtler nasıl TRT Şeş’i ittilerse ve nasıl ki şu anda Dersim’de açılan Kürtçe, Zazaca ders programlarına kaydolmayı reddediyorlarsa, anayasal olarak tanıyacağınız tüm hakları da reddedebilirler. Siz güçlü ordunuzla PKK’yi bir şekilde yenebilirsiniz ama PKK’yi yendim dediğiniz anda PKK’yi güçlendirirsiniz. Öte yandan, kitapta da yer alan Aliza Marcus’un ifade ettiği gibi, “Türkiye’de Kürtlerin PKK’ye arkalarını dönmesi artık mümkün değil; çünkü bu, hayallerine ihanet etmek anlamına geliyor.”