2012’de ihtimaller, riskler, beklentiler ve fırsatlar

Yeni yılın ilk haftasında yeni yılla ilgili düşünce ve öngörülerini uzmanlara sorduk.

 

Yasalarla korunan tabuları yıkalım artık

AYŞE KADIOĞLU

2012’de her şeyden önce farklılıkları muhafaza ederek ve devleti değil de bireysel hak ve özgürlükleri korumaya önem veren bir Anayasa temelinde, birlikte, barış içinde yaşayabildiğimiz bir Türkiye diliyorum. Bunu yapabilmek için 2012’de ele almamız gereken konuları şöyle sıralayabilirim:

•          Öncelikle Terörle Mücadele Kanunu’nu gündeme almak gerekiyor. Muhalefet 2006’da AKP’nin terörle mücadelede başarısız olduğu savını öne sürüyordu ve hükümeti eleştiriyordu. AKP de bu dönemde TMK üzerinde önemli deği

şiklikler yaparak özgürlüklerin kısıtlanmasının yolunu açtı. Bugün hoşumuza gitmeyen birçok AKP icraatının altında bu yasa var. Bugün, bu yasanın kaldırılması ya da köklü bir şekilde değiştirilmesi vazgeçilmezdir.

•          2012’de hükümetin ve muhalefetin birbirlerini geriye ve otoriterleşmeye doğru değil, ileriye ve demokratikleşme

 

ye götürmeye yarayacak noktalardan eleştirdiği bir Türkiye diliyorum. Örneğin, CHP içinde Hüseyin Aygün, Şafak Pavey gibi yeni seslerin yönlendirdiği bir muhalefet hükümeti de olumlu bir şekilde etkileyecektir. Böyle bir muhalefete fırsat verilmesini teşvik etmek gerektiğini düşünüyorum.

•          2012’de, Kürt vatandaşlarının öldürülmesine üzülebilen bir Türkiye’de yaşamayı diliyorum. Bunun olabilmesi için eşit vatandaşlık algısının yerleşmesi ve farklılıkların tehdit olarak görülmemesi gerekir. Bunu elbette ki öncelikle yasal düzenlemeler yolu ile gerçekleştirebiliriz. Ancak, yasal düzenlemeler yeterli olmuyor. Okul müfredatlarında ve okul dışı faaliyetlerde çokkültürlülüğü teşvik etmek gerekiyor. Üyesi olduğumuz uluslararası kuruluşlardan bu konularda destek alabiliriz. Örneğin, Avrupa Konseyi’nin çokkültürlülüğü, kentler düzeyinde geliştirmeye yönelik programlarından yararlanabiliriz. Etnik ya da ulusal kimlikler yerine kentliliğe yapılan vurgu birlikte yaşamanın anahtarı olabilir. Türkiye’de Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın ‘Yaşayan Kütüphane’ isimli etkinliğinin okullarda yaygın bir şekilde konuk edilmesinin (tercihen Milli Eğitim Bakanlığı’nın önermesiyle) anlamlı olacağını düşünüyorum. Bireylerin kendi kimlik gruplarının dışına çıkabildiği, gerektiğinde kendi kimlik gruplarını eleştirmekten kaçınmadığı (bunu yapmanın tehdit ve gruptan dışlanmaya yol açmadığı) bir Türkiye’de yaşamanın önünü açabiliriz. Bunların hepsi uzun nefesli, yıllara yayılması gereken projeler.

•          2012’de, etnik ve kültürel çağrışımları olan bir vatandaşlık tanımının yer almadığı bir Anayasa yapmamız gerekiyor.

•          2012’de düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyen tabuları yıkmak gerektiğini düşünüyorum. Bu tabular çoğu kez yasal düzenlemeler ile de korunuyor. Başta, mevcut Anayasa’da defalarca ifade edilen “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” olmak üzere, Atatürk aleyhinde suçlar, halkı askerlikten soğutmak, Türklüğe hakaret gibi tabuların yasalar ile düzenlenmesi ifade özgürlüğüne engel oluşturmaktadır.

•          2012’de, mevcut Anayasa’da olduğu gibi devleti ve kurumlarını korumak yerine, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumayı amaçlayan bir Anayasa yapmaya odaklanmak gerektiğini düşünüyorum.

•          Temel hak ve özgürlüklerin ödev ve sorumluluklar ile sınırlanmadığı bir Anayasa diliyorum. Mevcut Anayasa’daki hakları ve ödevleri birlikte ele alma yaklaşımı ‘temel hak’ kavramının özüne aykırı. Demokrasilerde bireylerin, ödevlerini yerine getirmeseler de, hatta suç işlemiş bile olsalar, temel hakları vardır ve bu durum yeni yapılacak Anayasa’ya yansıtılmalıdır.

•          Bireylerin ‘nerelisin?’ sorusuna tek bir kimlik ile sınırlı olmayan, çoğul cevaplar vermelerinin ‘normal’ sayıldığı bir Türkiye’de ve Avrupa’da  yaşamayı diliyorum. Artık Türklüğü Türkiyelilik ile ikame edebildiğimiz bir dile kavuşmalıyız. Kürt-Türkiyeli, Ermeni-Türkiyeli gibi ifadelerin korku, endişe ve saldırganlığa neden olmamasını diliyorum.

•          2012 Türkiye’sinde vicdani reddin hak sayıldığı düzenlemelerin yapılmasını diliyorum. Militarizmi sorgulayanlara meczup ya da vatan haini muamelesi yapmayan bir Türkiye’de yaşamanın zamanı gelmedi mi?

•          2012’de geçmişle yüzleşmeyi cesaretlendiren toplantı, konferans, kitap, film, ve tv dizilerinin sayısının artması demokrasi kültürünün yaygınlaşmasını sağlayacaktır. Resmi tarihin kara bir perde ile örttüğü hafızayı ortaya çıkartmak gerek. Türkiye geçmişiyle yüzleştikçe daha sağlıklı bir demokratikleşme süreci yaşayacaktır.

2012’de dünyanın sonu gelmeyecek ama…

ŞANT MANUKYAN

2012, 2011’den devraldığı sorunların daha yoğun olarak tartışılacağı ve yatırımcıların kesin kararlar vermek zorunda kalacağı bir yıl olacak. 2011’in son çeyreğinde momentum kazanan veriler, Avrupa Merkez Bankası ECB’nin uzun vadeli ihaleleri ve ABD Merkez Bankası FED’in yeni iletişim stratejisine yönelik beklentiler nedeni ile yılın ilk haftaları pozitif bir trend içinde geçebilir. ECB’nin uzun vadeli ihalelerinin krizi çözmekteki yeterliliği tartışılabilir (kesinlikle yetersiz), ancak bu ihalelerin 2012 boyunca 600 milyar euroya yakın borcu çevirmesi gereken bankaları rahatlattığı tartışılmaz. FED’in swap operasyonunun ardından ECB’nin önümüzdeki aylarda yeniden tekrarlanacak olan ihalesi banka hisseleri üzerinde var olan risk primini kısa vadede azaltacak bir gelişme. 2011 yılı boyunca ECB, SMP adını verdiği bono alım programı ile yaklaşık 210 milyar euroluk alım yaptı. Yapı itibariyle vadesi ve miktarı sınırlı bir program olsa da İtalya’nın 2012 boyunca roll etmesi gereken 250 milyar euroluk ihraçlar teorik olarak ECB tarafından rahatlıkla desteklenebilir. Tüm bu gelişmeler nedeni ile şimdilik ECB konusunda piyasadan daha iyimseriz. ECB bilançosunu çok daha büyütmeye mecbur kalacak ve bu gelişme yatırımcılar tarafından olumlu algılanacak.

Sorunlar çok büyük

Ancak sorunların yerli yerinde durduğunu da kabul etmek gerekiyor. AB liderlerinin üzerinde uzlaştığı düzenlemeler yeni bir kriz yaşanmasını engelleyebilir ancak cari krize müdahale etmekte son derece yetersiz. Dahası Avrupa’da sorunun sadece çevre ülkelerden kaynaklandığını düşünerek bir çözüme ulaşmak hatalı olacaktır. ECB’nin yapısı ve Alman ekonomisinin özellikleri Euro bölgesinde dengesizliklerin oluşumuna önemli oranda katkıda bulunuyor. Euro bölgesindeki krizin çözülmesi için dört alternatif var. Hızlı bir büyüme, tasarruf yolu ile geri ödeme, enflasyon yaratma ve borçların yeniden yapılandırılması.

İlk alternatif, yani hızlı büyüme, içinde bulunduğumuz global konjonktürde çok zor. Tasarruf konusu ise Avrupalı liderlerin öne çıkardığı bir konu. Ancak söz konusu tasarruf paketleri büyümeyi daha da zor hale getirdiği için istenen etkiyi yaratamıyor. Üçüncü alternatif, yani enflasyon Almanya için bir olasılık bile değil. Ancak gerek ECB gerekse FED’in aşırı büyüyen bilançoları ve bir noktada beklentilerde oluşabilecek bir değişim bu senaryoyu gerçeğin kendisi haline getirebilir. Yine de bunun zamanı 2012 olmayacaktır. Son alternatif ise sadece Yunanistan’la sınırlı kalacağı söylenen yeniden yapılandırma. Nominal oranı yüzde 50 olan bu yapılandırma gerçekte yüzde 28 oranına denk düşüyor ki çok yetersiz. Önümüzdeki dönemde enflasyon ve yeniden yapılandırmanın bileşiminden oluşacak bir çözüm görmeyi bekliyoruz. Yatırımcıların özellikle takip etmesi gereken nokta, sorunlu ülkelerin hangi seviyelerden borçlanmayı başarabileceği. Düşen oranlar yükselen hisse piyasalarına, yükselen oranlar ise daha fazla volatilite ve daha düşük fiyatlara işaret edecek.

ABD ve Çin 

ABD ekonomisi tüm dikkatlerin Avrupa’ya yöneldiği yılın son aylarında gelen iyi veriler ve borsaların görece iyi performansı sayesinde bir anda sorunlarını çözmek üzere olduğu izlenimini yarattı. Oysa borçlanma limiti krizinden bugüne ABD’nin borç oranı yüzde 100’ü aştı ve tasarruf paketi üzerinde halen bir uzlaşma söz konusu değil. İşsizlik oranındaki düşüş reel olmaktan ziyade istatistiğin bir oyunu, öncü indikatörler ekonominin yavaşladığına işaret ediyor, konut piyasasında düşüş 2012’de de sürecek ve şirket kârlarında da zirveye yakın olma ihtimalimiz yüksek. Önümüzdeki haftalarda açıklanacak 4. çeyrek kârlarının endeksleri aşağı yönde hareketlendirmesi mümkün. Seçim senesi olması nedeni ile ABD ekonomi yönetimi ekonomiyi canlı tutmak için gereken vergi kolaylıklarını ve harcamaları uygulamaya geçirmek için çaba gösterecektir. FED’in de yeni bir paketle piyasayı desteklemesi mümkün. ABD açısından bir numaralı gösterge hisse endekslerinden ziyade 10 yıllık tahvil getirileri olacak.

Çin’den de net yavaşlama sinyalleri geliyor. Yatırım’ın büyümedeki payı yüzde 50’ye yaklaşan Çin’in bu stratejisini uzun süre sağlıklı olarak devam ettirmesi mümkün değil. Ancak 2000’lerin başında sorunlu bankalara milyarlarca dolar aktaran Çin ekonomisi kötüleştiği taktirde bankaları desteklemekten faiz ve munzam indirimlerine kadar pek çok alternatife sahip olduğundan işlerin hemen kontrolden çıkması zor.

Altın sihirli formül değil

Bu gelişmeler ışığında doların euro karşısında değer kazanmaya devam etmesini ve paritenin 1.20’nin altına gelmesini bekliyoruz. Kurun temposu Yunanistan veya sorunlu diğer ülkelerin atacağı adımlara bağlı olacak. Yılın ilk aylarında euro daha kuvvetli bir performans sergilerken ilerleyen aylarda dolar yeniden değer kazanacaktır. Altın fiyatlarının 2012 genelinde yükselmesini bekliyoruz. Ancak likidite sorunlarının gündeme geldiği dönemlerde sert satışlar kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle altına her türlü krizden koruyan sihirli yatırım formülü gözü ile bakmamak gerekiyor. Hisse senedi piyasalarında ilk yarıda önemli bir dip yaşanması büyük bir ihtimal dahilinde. Ancak bu tip bir dip, ardından FED’in yeni bir ekonomik paketi ile karşılanacağından alım fırsatı olarak değerlendirilecektir.

AB hapşırırsa Türkiye hastalanır

CENGİZ AKTAR

AB meselesi Türkiye gündeminden düşeli çok oldu. Bize de, 2001-2005 döneminde gerçekleştirilen bir dizi reformun nasıl muhafaza edileceği, toplumun o zamanki AB arzusunun dönüşümü ve yine o dönemlerde depreşen Kıbrıs meselesinin bugün geldiği yer konularında iki kelam etmek kaldı. 

2005 yılının aksine bugün artık Türkiye’nin siyasi ortamı Kopenhag siyasi kriterlerine yeterince uymuyor. Her ne kadar AB kurumları bu olguyu layıkıyla değerlendirerek müzakereleri topyekun askıya alma kararı alma aşamasında değilseler de, bu olgu artık neredeyse her rapora, her beyana yansıyor. Fiiliyatta ise Haziran 2010’dan bu yana yeni bir fasıl müzakereye açılmadı. Aday Türkiye, müzakeresi süren 12 fasılla yola devam ediyor ve AB Bakanlığı aslında elinden geleni yapıyor. Ama bu zoraki çalışmaların toplum, bürokrasi ve siyaset nezdinde bir karşılığı yok. AB artık Türkiye’deki değişimin belli başlı çıpası değil; mevzuat uyumu iş dünyası ve kamu tarafından rekabet gücüne ve tatlı kârlara zarar vereceği nedeniyle hoş karşılanmıyor; toplum ise siyasetçilerin gazıyla AB ile alay eder oldu.

Avrupaalaycılık ve paradoksları

Avrupaalaycılık, Avrupakuşkuculuğun yeni sürümü olarak çok revaç buluyor. Siyasetçiden sokaktaki adama kadar uzanan bir ‘zavallı Avrupa’ edebiyatıdır gidiyor. Bu yeni millî heyecanın arkasında avro bölgesinin içinde bulunduğu zor durum kadar Türkiye’nin içinde bulunduğu özgüven patlaması var. Avrupa’nın, yani 12 trilyon avroluk, dünyanın en büyük ekonomisinin kriziyle her fırsatta dalga geçmek pek akıllıca değil. Veriler ortada: AB Türkiye’nin bir numaralı ticarî ortağı ve bir numaralı yabancı sermaye kaynağı. Avrupa hapşırdığında Türkiye hastalanacak. Yavaşlamanın ilk işaretleri gelmeye başladı bile.

Kıstas, birey ile toplumun esenliği ve doğanın bekasıysa, Türkiye’nin Avrupa ile boy ölçüşebileceği, kıyaslamada önalacağı hiçbir performans yok. AİHM’deki Türk yargıç Işıl Karakaş’ın şu beyanı yeter: “Türkiye özellikle uzun tutukluluk süreleri, ifade ve basın özgürlüğü konusunda en kötü durumdaki devlet!” Hasılı kelam Avrupa ülkeleriyle alay ederken Avrupa ilkeleriyle alay etmeyelim, çünkü onlara daha çok ihtiyacımız var.  

Kıbrıs faktörü 

Kıbrıs sorunu tüm olumsuzluklara rağmen yeniden gündemde. Derviş Eroğlu’nun başkan seçilmesi sonrasında yeniden başlayan müzakere süreci geçen Ekim’de New York’un Greentree kasabasında BM Genel Sekreteri’nin kolaylaştırıcılığında önemli bir merhale kat etti. Taraflar bu ay Greentree II’de yine buluşacak. Mülkiyet, toprak, vatandaşlık gibi fasıllar BM ve bazı Güvenlik Konseyi üyesi ağır topların isteği doğrultusunda Bosna Savaşı’nı sona erdiren Dayton Konferansı gibi bir toplantıda ele alınabilir.   

Eğer çözüm olursa Türkiye’nin AB üyeliğinin yeniden gündemin üst sıralarına geleceği açık. Elbette bunun iç politikaya ve Kürt çatışmasının çözümüne etkisi de olacak. Ayrıca Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin normalleşmesi ve karşılıklı kuvvet indirimi gündeme gelecektir. Kıbrıslı Türklerin Türkiye ile olan sorunları, tüm Kıbrıslılar artık AB vatandaşı olacağından daha kolay çözülebilecektir. Asker Kıbrıs’tan dönecek olmasının Türkiye’deki askersizleşme sürecine büyük katkısı olacaktır.

Son olarak adanın güneyindeki doğalgaz yatakları, çözümü tersten dayatan asıl faktör olarak duruyor. Çözümün 1 Temmuz 2012 itibariyle gerçekleşmemesi halinde Şubat 2013’te güneydeki başkanlık seçimi sonrasına kalsa bile er veya geç sorunun çözüleceği ortak kanaat. 

Bardağın dolu tarafına bakarsak, Türkiye’nin üyeliği konusunda engel çıkartan AB ülkelerinde tavır değişiklikleri gözleniyor. Mesela Almanya’nın AB’yi sırtlamak üzere Türkiye’ye ihtiyacı olduğu artık açıkça dillendiriliyor. Keza ilkbaharda Fransız sosyalistleri seçimleri kazanırlarsa Fransa Türkiye politikasını gözden geçirebilir. 

Bütün bu verileri alt alta koyunca Türkiye ile AB’nin, biraraya gelip eteklerindeki taşları dökmelerinin zamanı çoktan geldi.

Ortadoğu Türkiye’den gerçekçi siyaset bekliyor

GÖKHAN BACIK

2012 yılı için Ortadoğu’ya yönelik aklımızda hazır sorular var: Suriye’de rejim düşer mi? Mısır’da demokrasi gerçekleşir mi? Arap halk hareketleri başka ülkelere sıçrar mı? Kısacası, yeni bir Ortadoğu imkânı var mı?

2011 olayları aslında bizlere Ortadoğu’nun yekpare bir alan olmadığını gösterdi. Örneğin Tunus’ta herşeye rağmen göreceli de olsa başarılı bir geçiş sağlandı. Seçimlerde oyların yüzde 40’ını İslami Nahda almış olsa bile liberallerin ve ılımlı solun oyu da en az yüzde 40 kadar oluştu. Bu dengeli yapı karşısında Tunus’ta biraz sabırlı olmak lazım. Nahda’nın icraatları ve buna karşı İslami bir hükümete alışmak sürecinde olan seküler grupların tepkisinin ne olacağı beklenmelidir. Bir parça İslami siyasetin meşrulaşmasına göz kırpan ABD yönetimi, Tunus hakkında son kararını henüz vermedi. Ortadoğu’da yükselen Şii siyasetin verdiği korku Tunus’ta Nahda’ya geniş bir alan açabilir. Ancak Nahda’nın mesela Filistin konusunda alacağı ‘yanlış’ bir pozisyon ABD’yi ‘kızdırabilir’ ve sonuçta içerideki sekülerlerin aşırı motivasyonuna neden olabilir. Kısacası asıl konu tüm aktörler için Tunus demokrasisinin ne kadar sindirileceğidir.

Mısır’da orduya dikkat

Tunus dışında diğer çok önemli bir konu, Mısır gibi diğer ülkelerde sürecin nereye gideceğidir. Mısır’da temel sorun ordunun ekonomik ve siyasi çıkarlarını bir kenara bırakıp demokratik siyasete itaat edip etmeyeceğidir. Mısır ordusu bir bürokratik kurum olmaktan ziyade, tıpkı Türkiye ordusu gibi, kendi ‘sınıfsal’ menfaatlerine göre tavır alan bir zümredir. Anlaşılan Müslüman Kardeşler dahi orduyu çok kızdırmadan bir ara yolda uzlaşmaya çalışacaktır. Mısır ordusunun feda edilmesi bugün için ABD ve İsrail tarafından da istenilen bir şey değildir. Mısır’da tek eksik, halkı rahatlatacak, ordunun politik konumunu koruyacak ve Mısır’ın bölgedeki geleneksel Batı merkezli rolünü devam ettirecek bir devlet başkanının seçilmesidir.

Bölgede 2012 yılı için diğer önemli bir konu ise Şii eksenin ortaya çıkmasıdır. Şiiler ve Sünniler arasında halklar düzeyinde bir çatışma olmayabilir, ancak Şii ve Sünni eksenler siyasi düzeyde tamamen ortaya çıkmış ve faal durumdadır. Suriye-Irak-İran-Lübnan hattında oluşan Şii eksen arkasına Rusya, Çin ve Hindistan gibi diğer güçleri almaktan çekinmemektedir. Bu etkili eksen, Türkiye’nin hareket alanını kısıtlama potansiyeline sahiptir. Nitekim Suriye konusunda Türk dış politikasının girdiği dar alan bunun açık göstergesidir. Bugün Şii siyasetin ideolojik ve uluslararası siyaset açısından çok karmaşık bir tarihsel yapı kurduğunu görüyoruz. Türkiye’nin çok sağlam bir Şii siyaseti oluşturması gerekiyor. Ancak henüz kendi ülkesindeki Caferiler için okul dahi açamayan Türkiye’nin başka ülkelerdeki Şiilere yönelik nasıl bir siyaset geliştireceği de temel bir soru olarak ortada durmakta.

Şii siyaset bağlamında temel bir açmaz Türk dış politikasını hızla etkisi altına alıyor. Türkiye, stratejik olarak ABD ile her konuda aynı düşünen ancak ekonomik olarak İran, Irak gibi ülkelerle iş yapan bir devlet haline geldi. ‘Strateji mi para mı?’ ikilemi, her geçen gün Türk dış politikasını sıkıştıracaktır. Türkiye bugün İran ile resmi olarak 15 milyar dolar ticaret yapıyor. Rusya ile ticaret her geçen gün büyüyor. Rusya, İran gibi ülkelerin Türkiye ekonomisine katkıları büyüdükçe Türk dış politikası daha hassas bir dengeye itilecektir. Suriye’yi bir kalemde silen Türkiye bunu Rusya ve İran gibi ülkeler için yapamayacaktır.

ABD’nin yeni araçları

Doğrudan asker kullanma doktrininden vazgeçen ABD için 2012 yılı yeni araçların deneneceği bir yıl olacaktır. Eğer İran’la bir savaş yapılmayacaksa ABD ekonomik ve sosyolojik faktörlerin biraz daha ciddiye alındığı bazı modellerle iş görmeye çalışacaktır. Bu noktada kurucu ideolojik güçlerini kaybetmiş, devleti aldıkları için ekonomik olarak çok zenginleşmiş eski siyasal İslamcılar ve ABD arasında bundan sonra kurulacak ilişkilere çok dikkat etmek gerekiyor.

Ortadoğu bağlamında 2012’de Türkiye’nin yapacağı en akıllı siyaset, gücünün ve etkisinin gerçekçi bir yansıması olan bir söylem üretmektir. Sürekli olarak kendini aşırı motive eden bir dış politika, insanları motive edebilir ancak bir zaman sonra ülkeye zarar verir hale gelebilir.

2012 Newroz’una dikkat!

MESUT YEĞEN

12 Haziran 2011 seçimleri sonrası oluşan tablo, Kürt açılımının sona erdiğini gösteriyor. Bana göre bunun esas sebebi hükümetin Kürt meselesinin ciddiyetine uygun adımları atmaya niyetinin olmaması oldu. İddia edildiği gibi, Kürt siyaseti çok maksimalist taleplerde bulunduğu için değil, hükümet Kürt meselesini çok minimalist bir çerçeve içerisinde çözmek niyetinde olduğundan görüşmeler tıkandı ve bu noktaya gelindi. Hükümet, kısmen Öcalan’a atfettiği pragmatizme, kısmen de Kürt sosyalliğine dair geliştirdiği naif imaja fazlasıyla güvendiğinden olsa gerek, Kürt meselesini kültürel hakları bireysel düzeyde tanımak ve PKK’lilerin eve dönüşüne göz yummak vasıtasıyla çözmek istedi. Bu vizyona göre, evli evine, köylü köyüne dönecek, Kürtçe okullarda seçmeli ders olarak öğretilecek, Kürtler de ‘aslen Kürtlere yabancı’ BDP’den ve PKK’den soğuyacak, Kürt meselesi de böyle böyle hallolacaktı.

Mesafe açılıyor

Buna mukabil Kürt siyaseti, en önemli unsuru olduğu Kürt meselesinin, özyönetim, Kürtçe eğitim ve PKK’nin yasal Kürt siyasetinin esas aktörü olmasına cevaz verecek bir eve dönüş yoluyla çözülmesinde ısrar etti. Kürt açılımının sona ermiş oluşunun ve Kürt meselesinde yeni bir siyasete geçilmiş olmasının esas sebebi bu: Hükümetle Kürt siyaseti arasındaki mesafenin büyüklüğü ve söz konusu mesafenin kapatılamayışı. Bütün bu süreç, Öcalan’ın Kürt siyasetinin yegâne aktörü olmadığını da göstermiş oldu. Kürt siyaseti, verdiği işaretlerle gerekirse Öcalan’sız da yola devam edebileceğini beyan etti.

 

12 Haziran sonrasında takip edilmeye başlanan yeni siyasete gelince... Bu siyasetin ana unsurlarını, yeni teknoloji ürünü silahları kullanarak PKK’ye yönelik etkili operasyonlar yapmak; bu operasyonları gerçekleştirirken eskiden olduğu gibi sivil Kürtlerin zarar görmemesi için titiz davranmak; Kürt siyasetinin silahsız kısımlarını, BDP’yi ve DTK’yı budamak ve PKK ile BDP’lileri Kürt kitleler nazarında itibarsızlaştırmak oluşturuyor. Yeni siyasetin temel bir hedefi var: PKK ve BDP’yle Kürt kitleleleri arasındaki kuvvetli ve organik ilişkiyi, Kürtlerin devletle yaşamakta olduğu mevcut yabancılaşmayı artırmadan ve de Kürtlere dönük husumet hissiyatını büyütmeden ortadan kaldırmak. Bu da bütün bu yeni siyaset uygulanırken sivil Kürtlerin zarar görmemesini ve büyük ölçekli asker kayıplarının olmamasını gerektiriyor.

Ancak son yaşanan Uludere faciası da gösterdi ki bu yeni siyasetin işleyeceği filan yok. Tek bir olay dahi Kürtlerle devlet arasındaki yabancılaşmasının seviyesini göstermeye yetti. Yine Uludere faciası gösterdi ki Kürtlere dönük menfi hissiyat giderek büyüyor. Bu saatten sonra bu yeni siyasetten kolayca dönüş yapılabilir mi bilmiyorum, ama bu yeni siyasette ısrar 2012’yi bir felaket yılına çevirebilir.

Bu yeni siyasette ısrar edilirse 2012 Newroz’uyla beraber hem sivil gerilim artacak hem de PKK saldırıları yoğunlaşacaktır. Van depremi sonrasında yaşananlar ve Uludere faciasını Türkiye kamuoyunun görme biçimi ve faciaya dair alınan siyasi tutumlar BDP’li ve PKK’li olmayan Kürtleri de derinden etkilemiş durumda. Bu durumda, Newroz sonrası oluşacak sivil gerilimin geçmişe kıyasla çok daha büyük bir hacimde olması sürpriz olmayacaktır. Yine bu son yaşananların PKK’nin yeni personel edinmesini kolaylaştırmış olması, kuvvetle muhtemel.

Tahminim o ki, Türkiye Newroz’la birlikte yoğunlaşması muhtemel bu gerilime üç-beş ay tahammül edebilecek bir ruh halinde değil. Bu sebeple, umarım bir zamanlar bir kısım analistin öne sürdüğü gibi PKK’yle devlet arasında Barzani’nin aracılık ettiği müzakereler yapılıyordur ve umarım bu müzakereler Newroz’dan önce bir netice verir. Bu olmadığı takdirde, Türkiye’nin Kürt meselesini taşıyabilecek bir ülke olmaktan giderek çıkacağını göreceğimiz günlerin bizi bekliyor olmasından korkuyorum.