Bir ay öncesine kadar adını bile bilmediğim bir köy için duyduğum meraktı bu geziye sebep olan. Bandırma yakınlarında, Kapıdağ yarımadasında bulunan, eskilerin Ermeniköy’ü şimdinin ise Tatlısu köyünden bahsediyorum. Kaynaklarda 17. yüzyılda İran muhaciri Ermeniler tarafından kurulduğu aktarılan, 20. yüzyıl başlarında 1302 Ermeni nüfusu olduğu bilinen, Kapıdağ yarımadasının tek Ermeni köyü... Neler öğreneceğimden habersiz, aklımda annemin babaannesinden kalma hikayeler ve geçmişe dair sorularla ailemi de alıp yola koyulmuştum.
Bandırma’ya vardığımızda henüz sabah saatleriydi. Bindiğimiz minibüs, köyümüze doğru hareket etmişti. Vardığımızda bizi köy pazarı karşıladı. Üzerinde ‘Torun kadar tatlı’ yazan kavunlardan oluşan tezgâhların önünden geçerek köyün sokaklarını arşınlamaya başladık. Sokakları bir bir gezerken aklıma babaannenin hikâyeleri geldi. Sadece deniz kenarında yaşadıklarını bilerek yaşadıkları yeri bulmak imkansız olsa bile gezerken o hikâyeleri yadetmek doğrusu keyif veriyordu.
Şarap ve peynir
Anlatılana göre babaanne üzüm bağları ve şarap mahzeni olan bir aileden gelmekteymiş. Şarap günlük hayatlarında önemli bir yerdeymiş. Öyle ki babaanne soğuk havalarda okula gitmeden ısınmak için şarap içermiş. Ayrıca şarabı kapılarının önüne de koyarmış. Rum askerler şarap içsin, üşümesin diye. Bu tavrıyla babasını kızdırırmış. Babası, “O şaraplar bedava değil” dermiş babaanneye. Şarabın yanı sıra peynircilik yaparlarmış. Köylerinden ayrıldıklarında yanlarına alamadıkları tenekeler dolusu peynir babaannenin yaşamının sonuna kadar hatırındaymış. Ayrıca babaannenin balığa çıkmayı seven erkek kardeşleri varmış. Hatta çocukluğundan seneler sonra kuzenimin ve ailesinin Kınalıada’da yaşadıkları, onun balığa çıkan erkek kardeşlerinin yolunu gözlediğini gösterir nitelikte olmuş. Bir gün adanın açıklarında gördüğü sandalları kızı zannettiği kuzenime göstererek, “Bak, dayıların balıktan dönüyor” demiş.
Bandırma yangını
Hikâyelerin ev sahibi bu köyde ufak bir gezinti yaptıktan sonra köyün tarihiyle ilgili merakımızı gidermek üzere bir berber dükkanına daldık. Orayı neden seçtiğimizi bilmememe rağmen orayı seçerek iyi bir iş yaptığımızı söyleyebilirim. Çünkü berber, bizi köyün eski muhtarı olan akrabası Nihat Bey’le tanıştırdı. Berber dükkanında çaylarımızı yudumlayarak emekli muhtarla koyu bir sohbete daldık. Sohbet başlamadan Bandırma’daki yangını sordum. Çünkü hikâyede aklımı kurcalayan önemli bir noktaydı bu. Dinlediğim hikâyede “Artık gitmelisiniz. Biz sizi koruyamayız” uyarısı alan babaanne ve ailesi Bandırma’dan son vapurla İstanbul’a gitmişler. Vapur kalktığında ise arkalarında yanan bir şehir görmüşler. Bu uyarıyı neden aldıklarını çözememiş olsam da, emekli muhtarın tarihsel bilgi olarak yangını doğrulamasıyla sorularımı bir nebze yatıştırmıştım. Ardından bize köy hakkında bildiği her şeyi anlattı.
17. yüzyılda…
Muhtar, köyün 17. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti tarafından saraya gönderilmesi için meyve sebze yetiştirmeleri için iskân ettirilen bir grup Ermeni tarafından kurulduğunu söyledi. Saraya yakın olduğundan burası tercih edilmiş. Anadolu dahil olmak üzere en güzel, en lezzetli hasat bu köyden çıkarmış. Yaban mersini, defne, kuşburnu gibi bitkiler yalnızca burada yetişirmiş. Köy halkı lüks yaşam tarzı olan aydın kimselerden oluşuyormuş. Ahşap konakları, 2-3 katlı yalıları varmış. Bu konaklar İstanbul’da bulunanlardan bile daha görkemliymiş. Köyün yollarına Gümüşhane’den getirilen parke taşları döşenmiş. Köyde bulunan derenin iki tarafında yerleşim yerleri varmış. Köyün iç kısımlarına bu dereden kayıklarla ulaşım sağlanırmış. Köyün yapısı o kadar güzelmiş ki bunu bozmamak için fabrikayı yandaki Aşağıyapıcı köyüne kurmuşlar. 1950’lere kadar bu lüks konaklar yerinde duruyormuş. Ama sonra maalesef bu yapılar yıkılmış. Köye mübadele döneminde Yunanistan ve Bulgaristan’dan Türkler yerleştirilmiş. Genellikle hayvancılıkla geçinen bu insanlar, köyün yapısına ayak uydurmakta zorluk çekmişler ve köyün yapısı zamanla bozulmuş.
Anlatırken gözlerinin içi gülüyordu. Belli ki bu konuşma kendisinde güzel anılar canlandırmıştı. Sohbetin devamında sebebini anlamıştık. Muhtarın çocukluğunda 65-70 yaşlarında 50 kişilik bir grup Amerika, Fransa, ve İngiltere’den köyü ziyarete gelmiş. Bu köyde doğduklarını söyleyen bu insanlarla çok koyu sohbetleri olmuş. O gün çok içten, çok samimi insanlarla tanıştığını söyleyen muhtar, onları anladığını, çünkü o da büyüklerinin ayrılmak zorunda kaldığı Selanik, Kavala taraflarını ziyaret ettiğinde benzer duygular hissettiğini anlattı bize.
Surp Sarkis
Bu keyifli sohbetin ardından, ilk dolaşmamızda göremediğimiz köyün eski Surp Sarkis Kilisesi’nin kalıntılarını bulabilmek için tekrar yola koyulduk. Köyün sakinlerine sorarak kilisenin yerini bulduk. Kilise, şimdilerde bir evin bahçesinde konumlanmıştı. Ne yazık ki sadece bazı duvarları ayakta kalabilmişti. Onlar da bahçedeki tarlayı çevrelemekteydi. Okuduğum kadarıyla köyde Mesrobyan adında bir okul olduğunu da biliyordum ama izine maalesef rastlayamadım.
O günün akşamı bu şirin, gizemli köye ziyaretimizi sonlandırdık. Aile köklerimi araştırırken ihmal ettiğimi düşündüğüm bu köyle ilgili sorularıma bir nebze cevap alabilmenin vicdani rahatlığıyla ayrılmıştım bu köyden. Hiç kimseyi tanımadığım bir yerde sıcak bir şekilde karşılanmanın mutluluğuyla bir de. Ve biliyordum ki bu ziyaret, son olmayacaktı.