Şöyle başlayalım:
Ortaçağ’da ölümcül veba salgınları olur, insanlar bu önlenemez mikrobun kaynadığı şehirlerden uzaklara, kırlara kaçardı. Feodal beyler ise şato veya manastırlarına yakınlarıyla birlikte kapanır, dışarıyla ilişkiyi keser, hastalığı sokmamaya çalışırdı.
“Kara Ölüm” denen büyük salgını 1348’de yaşayanlardan Floransalı G. Boccaccio bu olayı 1351 yılında yayınladığı Decameron’da yazmıştır. Vebanın tarumar ettiği Floransa’dan bir kır evine ve oradan da bir şatoya kaçan 7’si kadın 3’ü erkek 10 gencin 10 gün boyunca (Yunanca: deka=10) birbirlerine anlattıkları, bazıları olağanüstü erotiklikte 10’ar öyküden oluşur Decameron.
Şimdi hatırlıyorum da, artık Ulucanlar’da müze olan Ankara Merkez’de 71’de yatarken İngilizce çevirisinden okumuş ve o kadınsız ortamda cidden çarpılmıştım.
Neyse.
***
Erken klasik dönem İtalyan edebiyatının şaheseri Decameron dünya yazarlarını çok etkiledi. Örneğin İngiltere’de Chaucer’a 1478’de en ünlü eseri “Canterbury Hikayeleri”ni ilham etti. ABD’de de (bizim genellikle Annabel Lee adlı romantik şiirinden bildiğimiz) korku ve gerilim hikayecisi Edgar Allan Poe’ya 1842’de “Kızıl Ölümün Maskesi”ni yazdırdı.
Kızıl Ölümün Maskesi ürperticidir. Prospero adlı prens salgından korunmak için yakını bir sürü soyluyla birlikte bir manastıra kapanır. Bu soyutlanmış kaleye sinek bile giremez. Tabii ki çok sıkıcı bir ortamdır ve bir gece de maskeli balo düzenlenmiştir.
Ne var ki, kan lekeleriyle dolu kostümünün üzerine kafatası maske takmış bir davetli herkesi dehşete düşürür. Prens çok sinirlenir ve hançerini çekerek münasebetsizi kovalamaya başlar. Maskeli önde prens ardında, odadan odaya koşarlar. Simsiyah döşenmiş ve kan kırmızı aydınlatılmış son odada maskeli birden durur, döner, prensin gözünün içine bakar.
Prens o anda yere yığılır ve ölür. Diğer davetliler kafataslıya saldırırlar fakat maskenin ve kostümün içi boştur. Zaten onlar da yarım saat içinde kasıla kasıla ölürler.
İçeri sinek sokulmayan kaleye kafatası maskeli girmiş ve herkesi bitirmiştir.
***
Bunları niye anlattım? Edebiyat ve tarih kültürümü sergilemek için. Artık bugünkü konumuza gelebiliriz.
***
Tek Adam Rejimi iki temel üzerinde tutunmaya çalışıyor: Karşıtları için baskı politikası, yandaşları için mağduriyet algısı. “Çalışıyor” dedim çünkü Evetçilerin avara kasnak çalışmak yüzünden şu anda yaşadığı çıkmazı yedi kat ataları kümülatif olarak yaşamamıştır. Şuradan anlayınız ki, Hayırlar daha fazla çıkıyor diye Erdoğan anket sonuçlarının yayınını engelliyor.
İcadın anası ihtiyaçmış. Bu çıkmaz, AKP’ye bir icat yaptırdı: Türkiye’de siyasi partilerden kadınlara kadar her türlü muhalefete Hayır mitingini yasaklarken, Avrupa’da Evet mitingi yapmak.
Bu “dahiyane” icat Avrupa’daki AKP seçmenini örgütlemek için mi gündeme getirildi, yoksa Avrupalılara bu demokrasi düşmanı mitingleri yasaklatıp Türkiye’deki seçmenlere mağduriyet şırıngası yapmak için mi, şimdilik bilemeyeceğim.
Ama Die Welt muhabiri Deniz Yücel’i tutuklamanın zaman açısından epey “manidar” gözüktüğü bir ortamda biliyoruz ki şu anda bu ikincisi cereyan etmekte. ‘Türkiye’yi kirleten bu rezilliği buraya ihraç ettirmeyeceğiz’ diye özetlenebilecek bir direnç özellikle Almanya’daki Türkiyeliler arasında yayılınca, Avrupalı belediyeler de salon iptallerine (yani D. Cohn-Bendit’in deyişiyle “idari gerilla yapmaya”) girişince, mağduriyet algısı Türkiye’deki Evetçilerin büzülmüş damarlarına kan pompalamaya başladı.
Bu arada ilave ediverelim: 22 Mart 2008’de yayınlanan “Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 10. Maddesi şöyle diyor: “Yurt dışında ve yurt dışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz” .
Hadi, lafzi bir yoruma sığınıp ‘Bu seçim değildir efendim, referandumdur!’ diye kıvırtsan, A. Yıldırım’ın Cumhuriyet’te hatırlattığı YSK kararlarını nereye koyacaksın? YSK’nin 15 Şubat 2017 tarihli Resmî Gazete’nin mükerrer sayısında Referanduma ilişkin yayınladığı karara göre, “Yurtdışında açık yerlerde ve gümrük kapılarında sözlü propaganda”, “Yurtdışında ve gümrük kapılarında kapalı yerlerde propaganda” yapılması yasak!
***
Anayasa ve kanun dinlemeyen bir iktidar YSK’yi hiç dinlemeyince, ortalık fena kızışmış durumda. Erdoğan “Almanya’yı dünyaya rezil rüsva edeceğiz” diyor ve her şeyin serbest ama Naziliğin yasak olduğu ülke için Almanların en tahammül edemeyecekleri şeyi söylüyor: “Sizin şu andaki uygulamalarınız geçmişteki Nazi uygulamalarından farklı değil".
Ertesi gün meydan okuyor: ''Ben istesem Almanya'ya gelirim ve kapıdan sokmadığınızda veya konuşturmadığınızda dünyayı ayağa kaldırırım''.
İşareti alan AKP yöneticileri ‘Aman, galiba ikinci bir Van Minüt yaşıyoruz!’ diye efeliğe başlıyorlar; “Ben giderim kimse durduramaz” diyen ve gidip Hamburg TC Konsolosluğu rezidansında konuşan Mülkiye mezunu dışişleri bakanı dahil. D. Bahçeli de Sahibinin Sesi’ne bir Neşet Ertaş türküsüyle katılıyor: “Ya beni de götüüür, ya sen de gitme”.
***
Anlık durumun özeti:
Türkiye’de kutuplaştırmanın yaptığı tahribat yetmedi, şimdi de bu miting ihracat seferberliği sonucu Avrupa kalesinin içinde tahribat başlamakta. Çünkü Hollandalı G. Wilders gibilerin mülteciler sorunu sayesinde yükseldiği bir ortamda Avrupa sağcı ve ırkçı partilerinin damarlarına kan pompalanmakta. Bu da, oradaki Türkiyelilerin sırtına bir kambur daha demek.
Şimdi sıra, bu sağcı/ırkçıların durup, dönüp, Avrupa demokrasisinin gözünün içine bakmasına geldi.
Ve de, Almanya tarikiyle Decameron’a avdet kısır döngüsünü devam ettirmesine…