Federal Almanya Meclisi’nin Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesinin ardından ‘yüzleşme’ tartışması yeniden alevlendi. Tarihiyle hesaplaşma açısından hatırı sayılı ülkeler arasında yer alan Almanya’nın Holokost’la yüzleşme sürecini ve Türkiye’nin 1915’le yüzleşmesi için ne gibi adımlar atması gerektiğini, Paris VIII. Üniversitesi’nden tarihçi Prof. Nora Şeni’yle konuştuk.
Almanyanın Holokost’la yüzleşme süreci ne zaman, nasıl başladı?
Almanya’nın Holokost hakkındaki sorumluluklarıyla yüzleşmesi farklı etaplardan geçerek oluştu. Bunları izleyebilmek için II. Dünya Savaşı ertesinde Avrupa dünyasına hakim olan ‘bir daha asla’ saikini hatırlamak gerek. Bu slogan hem savaşın yıkımı karşısında duyulan hem de Holokost’da zirve yapmış barbarlığın yarattığı dehşet duygusunu ifade eden bir slogan. Kendi insanlığından, medeniyetten şüphe etmeyi söyleyen bir cümle. Ayrıca ‘tekrar’ı engelleme kararlılığını belirten bir slogan. Öyle ki ‘Barış’ ve ‘Toplumsal Uyum’un temini ve muhafazası, II Dünya Savaşı ertesinde Avrupa siyasal mantığının belkemiğini oluşturacaktır, Avrupa bu ‘ille de barış’ın garantisi olarak ve sosyal ahengi en iyi sağlayabilecek rejim olarak gördüğü formel demokrasiyi seçer ve ona sıkı sıkı sarılır. Böylece siyasetin alanını, katılımı genişletir (‘Bir daha asla’nin ifade ettiği kararlılık Ruanda ve Srebrenitsa soykırımlarına engel olamayacaktır). 1945’ten sonra Avrupa’da yeniden kurulan dünya hukuksal, siyasi düzen ve kurumlar bu mantığa itaat ederler. Bu mantığın gereksinimlerinden biri ise hafızanın, çoğul hafızaların (rakip olsalar bile) ifade bulmasına engel olmamak, aksine yer açmak olacaktır. Freudien bir yönelimle, bastırılmış hafızaların demokratik ve uyumlu bir topluma müsaade etmeyeceği anlayışı yerleşir.
Ancak bu değerlerin yerleşmesi, topluma hakim olması hiç de kendiliğinden oluşmayacaktır, toplumsal mücadeleler, direnmeler sonrasında ve iktidarları zorlayarak gerçekleşecektir. Bu süreçler Holokost’tan birinci derecede sorumlu Almanya’da, hem direnişçi hem de işbirlikçi olmuş Fransa’da farklı şekillerde, farklı sekanslardan geçerek gelişecektir. Ancak şöyle ya da böyle bu ülkeler devlet ve toplum olarak sorumlulukarıyla yüzlesme prosedurleri olusturacaklardır. Geçmişi ve milli ‘roman’ı yeniden yazmayı, kahraman/mazlum rollerini farklı şekillerde dağıtmayı kabul edeceklerlerdir. Özürler dilenecek ve kırgınlıkları tamir davranışları oluşturulacaktır. Bu hafızasal davranış biçimleri Avrupa’da ve dünyada yaygınlaşacak, demokrasilerin gereği olarak devletlere mal olacaktır, hatta standartlaşacaktır.
Türkiye bu sürece, II Dünya Savaşı sonrasında gelişen Avrupalı kimliğine devletiyle, sanatçısıyla, düşünürüyle yabancı kaldı. Bugün Avrupa’nın özünde sözünü ettiğim bu bililnç var ve Türkiye bunun dışında. Bunun başlıca iki sebebi var: Birinci sebep tabii Türkiye’nin bu son derece yıkıcı savaşa katılmamış olması, savaşın Türkiye sınırılarını aşmamış olması. İkinci sebep ise son Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine süregelen, homojen bir demografi oluşturma merakı. Avrupa barış obsesyonundayken, Tükiye’nin obsesyonu dinsel/mezhepsel, etnik açıdan tek kimliğe dayalı bir toplum olmak. Bu şekilde Türkiye Sünni-Türk olmayana güvenmemeye devam ediyor, başkalaştırmaya itina ediyor.
Almanya, asıl yüzleşmeyi ne zaman yaptı? Tarih kitaplarındaki yazımlar ne zaman, nasıl değişti?
Şimdi Almanya’nın geçmişiyle yüzleşme serüvenine yakından bakılırsa ilk göze çarpan bu serüvenin ne kadar geç başladığı, ne kadar ite-kaka ilerlediği, ancak 1990’lardan sonra başlı başına bir demokrasi dersi haline dönüştüğü göze çarpacaktır. Savaşın hemen sonrasında ve yalnızca Nazi ordu mensuplarını ve siyasi sorumluları yargılayacak olan Nürnberg davasının ertesinde savaştan muzaffer çıkan müteffikler Almanya’yı Nazilerden arındırma operasyonu başlatırlar, üniversite ve diğer belli başlı kurumlar da resmi Nazilerin elini çektirirler. Buna rağmen katliamlara, işkencelere katılmış eski Naziler toplumda düşük profille de olsa rahatça yaşamaya, çalışmaya devam ederler. Bu konuları kimse açmaz, hesap sormaz, konuşmaz. Almanya yirmi yıl boyunca, 1948-1969 arası kurşun gibi bir sessizlik ve yalan içinde yaşamaya devam eder. Ancak bu sessizliği Anne Frank’in güncesinin yayınlanması ve karşılaştığı ilgi böler. 1961’de Alman savcı Fritz Bauer’in verdiği bilgilere dayanarak İsraillilerin kaçırdığı Adolph Eichmann’ın davası görülür, tüm dünyanın dikkatini üzerine çeker. Savaş sonrası nesil ebeveynlerinin savaş sırasında neler yapmış olabileceği sorusunu sormaya başlarlar. Toplama ve imha kampları henüz onlar tarafından bilinmez, Yahudilerin toplu imhası tarih kitaplarında yer almamıştır.
1963- 1965 arasında ise Auschwitz toplama ve imha kampının bekçi ve sorumluları, toplam 22 kişi cesur üç savcının topladığı şahitlikler neticesinde dava edilirler. İkinci Auschwitz davası denilen Frankfurt’ta yer alan bu mahkeme süreci Almanların henüz yüzleşme, pişmanlık ifade etme safhasında olmadıklarını gözler önüne serer. Naziler ve işbirlikçiler toplumda başları ağrıtılmadan rahatça yaşamaya, imha kampları gerçeği söylenmemeye devam etmektedirler. Nitekim bu dava yeni bir evreye kapı aralar. Bu konuyu sinemada Guilio Ricciarelli 2014’te ‘Yalanlar Labirenti’ (Labyrinth of lies) adlı filmiyle irdeler.
Gençlik yeni bir safhaya 1968 olaylarından sonra babalarını sorgulayarak geçecektir. 1969’da Şansolye Willy Brandt –ki Nazizme direnenlerden olmuş, onlara katılmamak için savaş sırasında Almanya’yı terk etmiştir- 3 milyon Yahudi’nin imha edildiği Polonya’nın başkenti Varşova’da diz çökerek özür diler, Almanlar Nazizmin esasını Antisemitizmin oluşturduğunu ‘keşfederler’. Amerika’da Holokost dizisi milyonlarca kişii tarafindan izlenir, yazar Gunther Grass Almanlar’ın suçluluğunu ifşa eder.
Bundan sonra entellektüeller, sanatçılar, tarihçiler gazeteciler ve medya anketleri, roman ve tiyatro oyunlarıyla 1970’lerden sonra yüzleşme konusunda hızla ilerlenmesinde en önemli etkenlerden olmuşlardır…
Türkiye, yüzleşmeyle ilgili ilk adımı nasıl atmalı?
Hatırlanması gereken şu: Bugün Avrupalılık, demokrasi, toplumsal uyum ve dayanışma, geçmiş konusunda temize çıkmadan mümkün değil…Yirmi yıl önce 30 kişiyi bir otelde ve herkesin gözü önünde yakanları unutup ‘Bizim geleneğimizde insan yakmak yoktur’ denilip böyle bir facia ‘unutulabiliyorsa’ demokrasi ve Avrupa’ya uzaklığımızı ölçmek mümkün.