‘Bahçelerimizden nefreti birlikte kovacağız’

Geçtiğimiz günlerde Kamp Armen'i ziyaret eden Yahudi toplumundan gönüllülerle konuştuk. Riva Hayim, Henri Çiprut ve Ceni Palti, iki toplum arası ilişkileri ve ortak dayanışmayı anlatıyor.

Tapu iadesi beklenen Kamp Armen’de nöbet aralıksız devam ediyor. Binanın bir kısmı yıkıldıktan sonra kampta nöbet tutmaya gelen Nor Zartonk üyelerinin, sivil toplum oluşumlarının yanı sıra birçok insan da bireysel olarak gelip kamptaki nöbete destek verdi. Son olarak Yahudi toplumundan gönüllüler de kampı ve kamptakileri ziyaret etti. Riva Hayim, Henri Çiprut ve Ceni Palti burada birer konuşma yaparak hem Ermeni ve Yahudi toplumlarını ilk elden buluşturmuş oldu hem de sürece aktif desteğini sundu. Biz de Hayim, Çiprut ve Palti ile kampa, iki toplum arası ilişkilere ve ortak dayanışmaya dair konuştuk. 

‘Kepçelerle siliniyoruz tarihten’

Kamp Armen’de Ermenilerin yanı sıra Türk, Kürt ve Rum toplumundan katılımcılar da mülkün iadesi için dayanışma halindeydi. Son olarak Yahudi toplumundan sizler de nöbete katıldınız. Buradaki ortak buluşmanın temel sebebi sizce ne?

Riva: Bence  “Tarihten silinmek istemiyoruz”. Kim köklerini kaybetmeyi ister ki?  Her gün metrobüsle Hasköy  mezarlığımızdan geçtiğinden habersiz  biri, benimle ilk tanıştığında “Nerelisin sen?” diye soruyor. O da haklı, yaşadığımız şehirlerde bize ait izler tek tek yok oluyor. Kepçelerle siliniyoruz tarihten. Ben artık viyadük, park, villa, otoban ya da ne biliyim otopark olmak istemiyorum. Edirne’deki azınlık mezarlığı üzerindeki düğün salonunu görünce kim ölüler üzerinde çiftetelli oynamak ister ki diye düşünmüştüm. Bu mal, mülk derdi de değil. Bu başka bir şey. Ortak hafızamız siliniyor.

Ceni: Kamp Armen çocuklara yuva olmak üzere yapılmış bir yer ve buranın yıkılması, orada hayat bulmuş, hayata tutunmuş herkesin hikâyesinin bir parçasının yıkılması ile eşdeğer bence. Toplumun her kesimi, kendi geçmişinin, çocukluğunun izlerinden yoksun yaşıyor artık bu coğrafyada. Sizin varlığınıza, büyümenize tanık olan, sahne olan hiçbir şey bulamıyorsunuz etrafta. Varsınız ama tanınmıyorsunuz; varsınız ama üzerine kök saldığınız neredeyse hiçbir şey kalmamış… Sonunda hafızalarda ne kalacak diye sorduk biz bence. Anılar, yaşananlar benim hafızamda kalacak mı? Ben birilerinin hafızasında kalacak mıyım? Toplumsal hafıza her bir yıkımla yeniden dönüştürülürken o toplumdaki Yahudi’den Ermeni’den hatta köyün delisinden geriye ne kalacak?

Henri:  Bizler Yahudi toplumundan mı katıldık, kendimiz mi geldik çok emin değilim. Bizden önce de oraya desteğe gelen Yahudi bireyler de var. Sanırım biz bu konuda görünür olmayı tercih ettik. Her kesimden birilerinin orada olmasını nasıl kısaca açıklarım bilmiyorum. Sanırım dayanışma, koruma güdüsü olsa gerek. İnsanlar, kimliklerinden ve aidiyetlerinden bağımsız olarak, bu kadar yoğun hatıralar barındıran bir yeri dozerlere teslim etmek istemediler. Sonuçta çok değil 30’lu yaşlardaki bireylerin bile büyüdükleri semti tanıyamadıkları bir şehirde yaşıyoruz. Değişim çok hızlı ve çok geçer akçe. Önüne kattığı her şeyi silip süpürüyor. Yerine konanlar ise biraz ruhsuz, biraz tatsız, kesinlikle hikâyesiz. Desteğe gelenler “İçinde yaşadığımız bu hayatın elimizden aldığı her şeye eyvallah diyoruz, ama hikâyesi olan bir yeri vermeyiz”  dediler sanırım. 

‘Çocukların anıları kokuyor burası’

Sizin Kamp Armen’e gitmenizi teşvik eden etken neydi?

Riva: Bakın bu sene Edirne Sinagogu açılışında, devlet tarafından bakıma alınan azınlık mezarlıklarını da ziyaret ettim. O açılışta, dünyanın dört bir yanından gelen turistler hayatta olmayan akrabalarının kemiklerini, köklerini aramak için Edirne’ye geldi. Amerikalı yaşlıca bir kadın vardı. Aile köklerini arama turizmi diye acıklı bir şey var. Göçtüğün topraklara geri dönüp ailenin, eski toplumunun izlerini arıyorsun, tabii bulabilirsen! İşte bu Amerikalı kadının,  yıllar sonra akrabasının mezarını bulabildiği için sevinçten ağlamasına tanık oldum.

Kamp Armen’in de tarihten vinçlerle silinmeye karşı güzel bir sembol olduğunu düşünüyorum. Çocukların anıları kokuyor burası. Tamamen cemaatten bağımsız, kendi bireysel aldığımız bir karar neticesinde burada bulduk kendimizi. Kamp Armen’in yıkık duvarından biz de içeri girdik.  Komşumun bahçesinde Agop, Mehmet, Moşe ve Yorgo birlikte arkadaş olsun istiyorum. Suriyeli çocuklar da gelsin. Belki bahçelerimizden nefreti böyle kovacağız... Birbirimizdeki farklılıkları severek…

Ceni: Ben öncelikli olarak orada olmak istedim. Olur da burası yıkılırsa, benim hafızamda yer etmiş olsun; gözümde görüntüsü, içimde hissi kalsın istedim… Sahip çıkmak, hiç olmazsa zihnimde korumak ve sahip çıkmak için yolunu kampa düşürme cesaretini göstermiş herkese de “kol hakavod” (İbranicede tebrikler) diyebilmek istedim.

Bir de bizler Yaşayan Kütüphane gönüllüleriyiz. Kısaca bahsetmek gerekirse; hakkında önyargılar olan kesimlerle ilgili kitaplar barındıran Yaşayan Kütüphane, Toplum Gönüllüleri Vakfı sayesinde Türkiye’de düzenlenmeye başladı. Bu kütüphane kapsamında okuyucular önyargılı oldukları, merak ettikleri kesimlerle ilgili kitapları yarım saat boyunca okuma fırsatını yakalıyor. İşin tüm esprisi şu ki, kitaplar insan, ve kitap okumak denen şey o insanla sohbet etmek demek. Riva da, Henri de, ben de Yaşayan Kütüphane’de “Yahudi Kitap” başlığıyla raftayız ve çok keyif alıyoruz. Dolayısıyla biz tanışmanın, konuşmanın, diyaloğun gücünü bilen ve buna inanan insanlarız. Kamp Armen’le de tanışalım istedik.

Henri:  Ben Hırant Dink’in  hayatında Tuzla da bir yetimhane olduğunu biliyordum. Ama bu kadar. Ne yerini bilirdim ne de buranın mülkiyet geçmişini. Son yıkım girişimini sosyal medyada okudum, ardından da burası ile ilgili tüm hikâyeler çorap söküğü gibi geldi. Neredeyse karşıma çıkan tüm tanıklıkları anıları vesaire yuttum diyebilirim. Sonra arkadaşlarımın da orada olduğunu gördüm. İlk iki hafta Ceni’nin bahsettiği Yaşayan Kütüphane’deydim. Sonunda ilk fırsatımda buraya geldik işte. Oğlumu da aldım yanıma, Ceni ve Riva ile buluştuk ve gittik. Benim görmem, tanık olmam önemliydi, ama sanırım biraz da oğluma burayı göstermek istedim. Tabii henüz hiçbir şeyi anlatamıyorum ona, ama tadına bakmış olmasını istedim. Önceleri bacağıma yapışık şekilde gezdi, biraz yanımda resim yaptı,  sonra birdenbire, “Baba, ben Ege ile meyve suyu almaya gidiyorum!” dedi ve gözden kayboldu. Bağımsızlığını ilan etti yani. Kalabalık bir yerde, hiç tanımadığımız insanların arasında bunu yapabildiğini ikimiz de gördük. Şimdi düşününce galiba bunun için gittim. 

Ceni Palti

‘Kapımız açık yaşamak istiyoruz’

Kampta yaptığınız konuşmanın ardından gerek Türkiyeli Yahudi toplumundan gerek kamptakilerden ne tür tepkiler aldınız?

Riva: Açıkçası biz de başta tam emin olamadığımızdan ilk ziyaretimizde, kampta kendimizi çok açık etmeyelim diye düşünmüştük. Bir baktık ki tam tersi… Kucak açtılar bize. Birbirimizi tanımıyormuşuz. Daha iki nesil evveline kadar Müslümanı, Ermenisi, Yahudisi, Rumu komşuyduk. Şimdi kapılar arkasında yaşıyoruz. Ben kapım açık yaşamak istiyorum.

İlk hafta dört kişiydik ikinci hafta dokuz on kişi buradaydık. Yetmedi elimizde mikrofon kendi kültürümüzü, yok olan dilimiz Ladino’yu anlattık, Ladino müziklerimizi çaldık. Sanırım bu bahçede de kültürümüz yaşayacak.

Ceni: Genel olarak iki taraftan da çok olumlu tepkiler aldık. Kamptaki insanlar bence kendini geride tutan bir toplumun mensuplarını görmekten, o eşlik edilme hissinden memnundu. Samimiyetle tanımak ve anlamak istediler. Riva, Henri ve ben aramızda konuşup organize olmaya çalışırken bu fikrimizi öğrenmiş Yahudi arkadaşlarım da yine merakla yaklaştı ama ancak bireysel sosyal medya hesaplarımızdan resimler ve ilgi çekici şeyler paylaştığımızda, yani bir anlamda reklamını yaptığımızda, gerçekten sormaya, gidecek ekibe katılmayı düşünmeye başladılar. Bizler ne olursa olsun baskın olan söylemin içinde yoğrulmuş, görece apolitik bir gençliğiz. Korku ve tedirginlik hisleriyle iyice sertleşmiş kabuğumuzu kırmak kolay değil. Sadece bir arkadaşım başıma bir şey gelir endişesiyle çok görünür olmasan keşke dedi, o da Müslüman.

Riva Hayim

Henri: Öncelikle yaptığımız şeyi bir konuşma olarak tarif edemiyorum ben. Konuşma deyince başı ve  sonu, arada yönü belli olan bir metin aklıma geliyor. Bizse nasıl başlayıp nasıl bitireceğimizi konuşmuştuk aramızda ama hepsi bu. İkisinin arasında ise sadece derdimiz vardı, onu paylaşmak istedik, açıkçası bizi dinleyenlere güvendik. Bu yüzden elimizde mikrofon olsa da, biz bir sohbet ettik diyebilirim. Tepkilere gelince, ben çevremden çok olumlu şeyler duydum. Ama itiraf etmeliyim, bu konuda fikrini beyan eden arkadaşlarım arasında Yahudiler çoğunlukta değil. Yanlış algılıyor da olabilirim. Sonuçta oraya gidişimizi saklamadık ama çatıların üstüne çıkıp ilan da etmedik, buna rağmen ikinci ziyaretimizde 9 ya da 10 kişiydik. Kulaktan kulağa yayılmış sanırım. Kamptakiler bizi samimi bir şekilde bağırlarına bastı. Bu noktada Garabet Orunöz ile yaptığımız sohbeti örnek vermek isterim. Muhtemelen bu olayın başlangıcından beri bir milyonuncu kez hangi binanın ne işlev gördüğünü yıkımı nasıl durdurduklarını anlatmıştı, buna rağmen çok önemli misafirleri ağırlarmışçasına büyük bir özenle bir kez de bizim için yaptı bunu. Ayrılırken bize söylediği “Çocuklar bu iş bitince de gelin dertleşelim. Sizin bir derdiniz olursa biz de bunu bilelim ki destek olmaya gelebilelim” cümlesi, benim için en önemli tepkiydi.

‘Umarım hiçbirimiz belgesellik olmayız’

Ermeni ve Yahudi toplumları arasında bir iletişim kopukluğu olduğunu düşünüyor musunuz?

Riva: Genel olarak Türk toplumu olarak iletişim kopukluğumuz var. Birbirimiz hakkındaki haberleri gazetelerden okuyup öğreniyoruz. Gazeteden okuduğun birini ne kadar sevebilirsin ki? Nefret söylemi her kesime karşı var. Gerçekten bu haberleri, bu tarihi okuyarak mı birbirimizi tanıyacağız? Ben bu konuda cahil kalmak istiyorum. Cahilliğimi de insan tanıyarak gidermeye çalışıyorum. Kamp Armen’in yıkık duvarından içeri işte bu sebepten girdim. Yahudi’den çok Müslüman arkadaşım var ama yine de yeteri kadar Ermeni, Rum, Süryani arkadaşım olmaması benim fakirliğimdir. Umalım başka duvarlar da yıkılır, kültür fakirliklerimiz giderilir. Umarım hiç birimiz belgesellik olmayız. Umalım ki burası da belgesellik olmaz. Pandaların falan belgeselini çeksinler. Biz buradayız, hâlâ yaşayan kültürleriz. Üzerimize toprak atılmasın.

Ceni: Bizim Kamp Armen ziyaretimiz Agos’ta bir röportaj niteliği kazandıysa, öncesinde süper akıcı bir iletişimimiz vardı diyemeyiz, değil mi? İletişimde olduğunuz, tanıdık birileri olsaydık röportaj yapılacak kadar ilginç bulunmazdık herhalde…

Şaka bir yana, Türkiyeli Yahudilerin geniş toplumla ilişkisinin en belirleyici niteliğinin tedirginlik olduğunu düşünüyorum ben. İspanya engizisyonundan kaçarken bizi Osmanlı’nın kabul etmiş olması, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmeyerek öyle ya da böyle bir anlamda hepimizin canını kurtarmış olması, bana kalırsa bir minnet kültürü de yarattı bir taraftan. Bu minnet kültürü, günün şartlarının getirdiği  tedirginlikle birleştiğinde ses çıkarmak zorlaşıyor. Ermeni toplumu ise benim gözlemlerime göre özellikle Hrant Dink’in katliyle  beraber çok daha aktivist bir profil çizer oldu. Haliyle iki toplumun tarzlarının farklı olduğu söylenebilir.

Kategoriler

Güncel Azınlıklar



Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.