10 Ağustos’ta yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi için son düzlüğe girmek üzereyiz. Dolayısıyla, bugüne dek konuştuklarımızın üzerinden geçmekte ve başka bazı mevzulara da şöyle bir değinmekte fayda olabilir.
Kampanya sürecine birçok gelişme damga vurdu. Bunlardan ikisi bilhassa kamuoyunda konuşulmuş gibi duruyor. İlki, CHP ve MHP’nin beklenmedik bir isim üzerinde uzlaşmaya varması: Ekmeleddin İhsanoğlu. Her yönüyle ilginç bir figür olduğunu kabullenmek lazım. Gerek kampanyasını ‘ekmek’ üzerine oturtması, gerek Muhsin Yazıcıoğlu, Adnan Menderes, Alpaslan Türkeş gibi isimlerin kabirlerini ziyaret edip onlardan övgüyle bahsetmesi, gerek “Huzur ve istikrar ortamı tesis edilmeli, devletin tepesinde kavga olmaz” gibi sözleriyle, bende uyandırdığı izlenim, daha çok, 1980’lerin başına, darbe sonrası ortama uygun bir politikacı olduğu yönünde. Mesela Bülend Ulusu ya da I. ANAP hükümetine bakan olarak koysanız hiç sırıtmaz. II. ANAP hükümetini bilemem. Sonuçta vicdani ret, homofobi gibi kavramları bu kampanya vesilesiyle ilk kez duyan bir isimden bahsediyoruz. Tüm bu açıklarını ve ‘devletli/teknokrat’ halini kapamak için olsa gerek, hem zafer işareti, hem de bozkurt işareti yapmaktan da çekinmeyen, biraz tuhaf bir aday var karşımızda.
Sürecin öne çıkan, önemli sayılabilecek ikinci gelişmesi, Kürt siyasetinin cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması oldu. 90 yıllık Türkiye tarihi açısından bakıldığında, bunun tarihi bir gelişme olduğu açık. Seçilsin ya da seçilmesin. Fakat, HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş adaylığını açıkladıktan sonra, Batı’da, bilhassa laik ve muhalif çevrelerde, 30 Mart öncesine benzer bir atmosfer yaşandığı söylenebilir. Şu sorular hâlâ gündemde: AKP ile bir müzakere yürüten Kürt siyaseti kendi adayını çıkararak, acaba CHP oylarını mı bölmek istiyor? Acaba ikinci turda AKP lehine mi çekilecekler? Ben, bu soruları anlamlı bulmayanlardanım. Aynı 30 Mart öncesinde olduğu gibi, Kürt siyasetine Batı siyasetinin stepnesi olarak bakan, Kürt hareketinin 30 yıllık mücadelesini küçümseyen ve görmek istemeyen, biraz da ‘patronluk’ taslayan bir bakış açısı bu. Ancak kendi siyasal hesapları çerçevesinde ne işe yarayacağına bağlı olarak Kürt siyasetine önem veren, işine yaramayacaksa hor görmekten de çekinmeyen, ‘Batı’ merkezli bir anlayış. Ve elbette, biraz da ‘Kürt’e oy vermemek için dereden tepeden su getiren bir anlayış. Şunu söylemek lazım ki, bu durum, laik ve muhalif çevrelerle sınırlı değil. Demirtaş’ın, ‘Batı’nın tahminlerinin aksine, güçlü bir kampanya yürütmesi ve üçüncü bir seçenek haline gelmesiyle AKP çevrelerinde de bir huzursuzluğun başladığı, AKP medyasına yansıyan yazılardan anlaşılıyor. Bu çevrelerde, HDP’nin Batı’daki muhalif sol çevrelerin etkisinde kaldığı için sert bir kampanya yürüttüğü görüşü işleniyor. Aslında, özetle, “Müzakere süreci yürüyor, sessiz olun, ses çıkarmayın” gibisinden, gayet çiğ ve efendilik taslayan bir mesaj veriliyor. Dolayısıyla, bu ‘Batı’ merkezli anlayışın iktidar çevrelerinde de yaygın olduğunu söylemek gerek.
Şöyle bir adım geriye çekilip baktığımızda ise, toplumsal dinamikler açısından hayli ilginç bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz. Bugüne dek hem laik-şehirli-ulusalcı, hem sosyal demokrasiye yakın ama Kemalizm merkezli bir merkez sol, hem de Alevi siyasetini kendisinde toplayan CHP, artık bu iddiasını sürdüremeyecek hale gelmiş gibi görünüyor. İşin ilginç tarafı, bundan sonra ne yapacağını kendisi de bilmiyor. Şimdilik MHP ile seçim ittifakları kurmak gibi günlük hamlelerle bu süreci geçiştirmeyi, seçmenin karşısına dindar, muhafazakâr, sağcı figürlerle (MansurYavaş’ı da hatırlayın) çıkarak, Türkiye’deki genel muhafazakârlaşmanın suyuna gitmeyi tercih etmiş gibi görünüyor. Kendi elleriyle boşalttığı bu alana siyasal Kürt hareketinin talip olması, kendisinde değilse bile tabanında, çevresinde bir huzursuzluk hatta kafa karışıklığı yaratıyor.
Beri yandan, Kürt meselesinin çözümü ya da çözümsüzlüğünün, önümüzdeki dönemde neredeyse tek ya da en önemli tayin edici mesele olduğunu söylemek mümkün. AKP’nin elinde neredeyse sadece müzakere süreci kalmış durumda. Tüm bu yolsuzluk ve otoriterlik batağının ortasında, Kürt hareketinin karşısında meşruiyetini o sağlıyor ve ideologlarının ellerinde başkaca bir argüman yok. Gülen Cemaati’yle kavgasında da en büyük kozu, süreci yürüten taraf olmak ve Gülen Cemaati’nin, Kürt meselesi bahsinde, neredeyse 12 Eylül rejimiyle benzer görüşlere sahip olması.
Beri yandan, mesele muhalefet cephesini de zorluyor. Gerek CHP, gerek İhsanoğlu, siyasal Kürt hareketine, her seferinde “Biz de çözüm yanlısıyız” mesajı verme lüzumu hissediyor, zira Kürt hareketini beri yana çekmek iktidar oyununda çok büyük bir koz. (Bu durumda niçin MHP ile ortaklık kurdukları sorusunun yanıtı yok elbette.)
Tüm bu bocalamalar neticesinde, bir kısmını CHP’nin boşalttığı, bir kısmı da zaten sahipsiz duran seküler, Türkiye’nin ‘tek’liğini değil de ‘çok’luğunu, çoğulluğunu temel alan, Alevilerin ve Müslüman olmayanların endişelerini dikkate alan, emek-sınıf mücadelesi eksenli o koca alan, siyasal Kürt hareketinin önünde neredeyse bomboş duruyor. Demirtaş’ın argümanları, bu hareketin bu alanı doldurmaya talip ve yetkin olduğunu ortaya koydu, bugüne kadar. (Bunun sadece Demirtaş’ın çabasıyla/becerisiyle olmayacağını da not düşmek gerek.) Şimdi bütün mesele, ‘Batı’nın önyargılarından uzaklaşıp, bu alanda siyasal Kürt hareketiyle yan yana durup durmayacağı ya da ona yanaşmak için bir adım atıp atmayacağı. Bu olursa, siyasi dengeler açısından yepyeni bir döneme gireceğiz demektir.