24 Mart gecesi ve 25 Mart sabahı itibariyle, Twitter kullanıcılarının ve Türkiye’de genişçe bir kesimin beklentisi, tüm tapeleri gölgede bırakacak, yeni ve skandal mahiyette bir tapenin yayımlanmasıydı. Kimine göre bu Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüyle ilgili olacaktı, kimine göre ise Başbakan Erdoğan’ın özel hayatıyla. Bu beklentinin nereden çıktığını kimse bilmiyordu, çünkü bu tapelerin yayınlayanların bu yönde, resmi mahiyette bir açıklaması olmamıştı. Ancak kulaktan kulağa bu ‘bilgi’ yayıldı ve büyük bir beklenti içine girildi. Bu yazı, her ne ise, o tape yayınlanmadan yazıldı.
En başta şunu söyleyeyim: Bu tapelerin yayınlanmaya başlamasıyla laik-şehirli-muhalif kimi çevrelerdeki siyaset algısının nasıl değiştiğini, değişmeye yüz tuttuğunu, belli bir kesimde ise aslında hiçbir şeyin değişmediğini konu etmek, daha doğrusu dert etmek niyetindeyim. Çünkü, bir sarmal halinde gelişen ve güçlenen bir algıdan söz etmek mümkün; 25 Mart gecesine geldiğimizde, küçümsenmeyecek bir kesimin beklentisi “Bir tape yayınlanacak ve Erdoğan’ın işi bitecek” şeklindeydi. Yani ciddi ciddi AKP’den bu yolla kurtulmayı normal gören, siyasetini, toplumsal tasavvurunu bu beklentiye göre biçimlendiren bir kesim vardı. Buna ‘birinci halka’ diyelim. Birinci halkanın çevresinde, artık tape bağımlısı olduğunu düşündüğüm, tapeler yayınlandıkça AKP’in oy kaybetmesini bekleyen, kaybetmeyeceği yönündeki doğru veya yanlış herhangi bir anket veya mitingle karşılaştığında ise “Neden böyle?” diye dertlenen, suçu topluma atmaya meyilli bir kesimin varolduğunu söylemek mümkün. Bu kesim için de, 25 Mart’ta yayınlanacak tape mühimdi, içeriği ne olursa olsun. Bu tape sayesinde AKP’nin oylarının düşmesi artık kaçınılmaz olacaktı. Buna da ‘ikinci halka’ diyelim. Bir de, belli belirsiz, şöyle bir halkadan bahsetmek mümkün: AKP’ye muhalif, tapeleri önemseyen ama bunlara o kadar da bel bağlamayan, AKP’nin esasen sandıkta yenilmesini önemseyen, bunun için de AKP’nin en güçlü rakibine oy verilmesi gerektiğini öneren bir kesim. Biraz genellemeye kaçmış gibi olacağım ama bu son kesime de ‘üçüncü halka’ demek mümkün.
Bunları niye saydım, ya da niçin kimilerine lüzumsuz gelecek böyle bir gruplamaya gittim? Şundan: Bu tapeler çıktığından beri aslında siyasetin ve siyasal alanın içinin bir miktar boşaldığını düşünmekteyim de ondan. Bilemiyorum, bütün bu süreçte ve öncesinde zaten hiç güven vermeyen Cemaat cephesi böyle bir şey mi amaçlamıştı, ama eğer böyle bir amaç vardıysa, neredeyse başarılı olmak üzereler. Bilhassa birinci halka için durum neredeyse geçmiş yıllardaki “Üstü örtülü, hatta açık bir darbe olsun ve bu hükümetten kurtulalım” beklentisinden neredeysehiç farklı değil. “Sandıkta yenmek mümkün olmadı, dolayısıyla bir ‘dış’ etken gelsin ve bu işten kurtulalım” siyaseti. Bu siyasetin şu 10 yıldır yaşananlardan bir ders çıkarmadığını görmek üzücü. Burada biraz durmak lazım belki.
Bu birinci halka için siyaset, uğraşılacak bir iş değildir esasen. Çünkü çok zaman harcamak ve en önemlisi, halkla muhatap olmak ve onu ikna etmek gerekir. Birinci halka böyle şeylerle uğraşmaz. Kendi zümresini temsil eden parti ile de uğraşmaz. Bunlardan adam olmayacağını düşünmektedir, bundan emindir. Belki de kendince haklı nedenleri vardır. Ama sonuçta partiden de uzak durmak gerekir. En fazla giderler, seminer, konferans, ders verirler. Kalan kısmı parti yapmalıdır. Değişmelidir parti bir kere. Ama ne yönde? İş oraya gelince hatlar karışır. Din ile fazla haşır neşir olmamalı, Kürt meselesinde ileri adımlar atmamalı, resmi görüşün dışına fazla çıkmamalıdır. Keza laik elit burjuvazi ile bağları koparılmamalıdır. Değişilecekse bu çerçeve içinde değişilmeli ve oyları artırılmalıdır. Oyların böyle artmayacağını onlar da bilirler elbette. Dolayısıyla bu kısır döngüden çıkmanın en iyi yolu, bir ‘dış’ etkenin zaman zaman siyasete müdahalesidir. Bu müdahaleler kimi zaman kendilerine de dokunabilir ama bu katlanılmayacak bir şey değildir.
Yani, bu birinci halka için siyaset zaten yoktur. Ama benim asıl dertlendiğim, ikinci ve üçüncü halkalar. Çünkü şu ‘siyaset dışı’ konuma gelmekle ya da yaklaşmakla, önümüzdeki dönemin siyasi dengeleri en fazla etkileyecek halkalar bunlar. Burada bence meselemiz büyük.
Bu iki halka, bilhassa üçüncü halka için, Gezi bir milattı. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. O patlamanın aynısından bir daha olmayacağı biliniyordu ama en azından mahalli forumlar ve yepyeni siyaset ilişkileri ile, siyasi dengede çok şey değişecekti. Değişebilirdi. Doğrusunu isterseniz ve bana kalırsa,zaten AKP de bundan korktu. Siyasetin klasik yapılış ve uygulanış yollarının dışına çıkabilecek (‘Siyaset sandıktan ibaret değildir’argümanını hatırlayalım) ve bunu yaygınlaştırabilecek her meşru hareket, AKP’yi sıkıntıya sokabilirdi. Tabii, sadece AKP’yi değil, müesses nizamın tüm partilerini...
Gezi sonrası, bir müddet bu atmosfer içinde yaşandı. Ancak seçim haftası itibariyle geldiğimiz yer, ‘CHP’ye bas geç’ formülü oldu. Şu toz duman içinde bu durum muhtemelen çok fazla dert edilmeyecektir, çünkü geniş bir kesim için AKP’den kurtulmak öncelik taşıyor. Haklı da olabilirler. Ama neyi kaybettiğimizi ya da kaybetmek üzere olduğumuzu belki de sonra anlayacağız. Zira Gezi ile (evet, bir programı yoktu, dağınıktı, şuydu buydu vs.) açığa çıkan irade her ne yapacaksa tam da yerel seçimlerde yapmalıydı. Yapmalıydık veya. Burada kendimi, ya da kendimizi de işin içine katarak, muradımın aslında bir hasbıhal, dertleşme, bir bilanço olduğunun altını çizmek isterim.
Velhasıl, bir fikri, inanılmış bir çizgiyi yıllar boyu savunmak, bir koza gibi etrafını ağır ağır örmek; o koza dağılınca yenisini örmek; oda dağılınca bir daha, bir daha; karşımıza çıkan ilk dönemeçte, yol ayrımında müesses nizamın güvenli kollarına atılmamak; gerektiğinde uzak durabilmek; ne yapacaksak kendi siyasetimizle yapmak, ‘dış’ etkenlere bel bağlamamak... Bilemiyorum, bu seçim bunun için bir milat olur mu... Sonuç her ne olursa olsun, ‘yeni’ bir siyasetin peşine düşenlerin önceliği, ya da önceliğimiz bu olmalı gibime geliyor.