Toplumlar insan ömrüne göre çok ağır değişir, ve bizler bu değişiklikleri genellikle pek fark etmeyiz. Toplumsal kriz dönemleri, değişmekte olanların daha çarpıcı bir biçimde görüldüğü zamanlardır. Yunanistan’da nelerin artık başka türlü olduğunu son birkaç yılda fark eder oldum.
Yunanistan’a yerleştiğimiz 1970’li yıllarda bir yabancılık hissetmiş, farkında olmadan çevremizi yadırgadığımızı ve giderek dengeleri kaçırarak kötülediğimizi sezer gibi olmuştum. İstanbul’dan Atina’ya göç etmiş, birbirini uzun süredir tanıyan kişilerden oluşan bir gruptuk; sık sık ülkenin ‘dedikodusu’nu yapıyorduk. Aynı zamanda ülkeye haksızlık ettiğimi de seziyordum. Alışmış olmadığımız insan davranışlarının karşısında ötekileştirdiğimiz bir çevrede, yalnız olumsuz yanlar görmeye başlamıştık. Aynen benim durumumda olan ve her zaman yorumlarımızda anlaşabildiğim yakın bir dostla durumumuzu konuştuk: “Tarafsız değiliz” dedik; tedirgin ve huzursuz iç dünyamızın, başka türlü olmasını istediğimiz çevremizin iyi yanlarını görmemizi engellediğine karar verdik. “Hele bir de bu ülkenin iyi yanlarını düşünsek” diyerek bir liste hazırladık. O yıllarda Yunanistan’ın dört iyi yanını şöyle sıralamıştık:
Ülke çok güvenliydi. Örneğin bir kadın gecenin geç saatlerinde Atina’nın herhangi bir semtinde dolaşabilirdi. Bu konuda korkusu yoktu. Bir aile, örneğin ben ve ailem, bir ormanda veya dağ tepesinde çadırımızı kurup kamp hayatı yaşabilirdik.
İkinci hoş özellik, eğlencenin ve gece hayatının ucuz olmasıydı. Tavernalar örneğin, günlük yaşamın alışılmış bir yanıydı. Londra ve New York’ta olduğu gibi, ‘bir yerlerde yemek yemek’ olay değildi. Üçüncü olumlu yan, ülkede özgürlüklerin tam olmasıydı. Askeri cunta o yıllarda devrilmişti ve her türlü siyasi faaliyet serbestti; insan istediğini okuyabilir, istediğini söyleyebilirdi. Ve nihayet dördüncüsü, doğa vergisi dört güzel mevsimi yaşayabiliyorduk. Ne soğuk ve nem vardı, ne de aşırı yağmur ve kar. Güneş ve masmavi bir deniz her yandaydı. Atina’nın herhangi bir noktasından birkaç dakikada temiz denize varılabilirdi.
Bu özelliklerin başka ülkelerde de var olduğunu biliyorduk. Hatta doğa Malezya’da daha güzel, özgürlükler Paris’te daha yaygın, ucuz hayat Mısır’da daha çarpıcı, güven İsveç’te daha belirgin olabilirdi. Ama her dört özelliğin de aynı ülkede olması çok özeldi, çok seyrek karşılaşılan bir durumdu. Bu dörtlü formüle karar verince, durmadan şikâyet etmeye de son verdik. Hayatın tadına varalım, eldekinin değerini takdir edelim dedik. Rahatladık.
O yıllarda Yunanistan’da işsizlik de yoktu. Bu durumu formülümüze katmamıştık; bu sorun öylesine yoktu ki, aklımıza bile gelmemişti. Oysa şimdi işsizlik en büyük sorun. Güven sorunu ile atbaşı gidiyor. Avrupa ülkelerinin arasında genel nüfusa oranla en çok yabancı ve kaçak işçiyi (daha doğrusu, işsizi) barındıran ülkedir Yunanistan. Bazı semtlere gündüzleri bile gitmek sorun oldu. Kadınlar yolda çanta taşımaz oldu. Ev soygunları günlük olay. Silahlı soygunlar ölümlere neden oluyor. Ülke pahalı oldu, gece hayatı da öyle. Tavernalar tenhalaştı, barlar ve kahveler de öyle. Son iki yıl içinde yaşanan değişiklik, özellikle arkadaşımla eskiden oluşturduğumuz formülün ışığında, tartışma götürmez biçimde elle tutulur bir olay.
Yine de, diyorum, belki eskiden olduğu gibi ülkeye –ve tabii kendimize de– yeniden bakmamız, ülkenin iyi yanlarını bulmamız gerekiyor. Acaba bugün de çevremize Pollyanna gibi baksak bir şeyler olur mu? Örneğin dört mevsim, deniz ve güneş hâlâ var. Geçen Pazar günü Faliro’dan Suniyo’ya, kırk küsur kilometre boyunca Atina’nın sakinleri deniz kıyılarının zevkini çıkarıyor, yüzüyor, güneşleniyordu. Ama aklımda bir soru: İşsizler denize ulaşmak için gerekli otobüs masraflarını hesaplıyor ve evden çıkmaktan vazgeçiyor olabilirler mi? Özgürlükler de hâlâ var. Seçim propagandalarında siyasilere karşı, sert eleştiriden hakarete, her şey serbest. Son aylarda parlamenterlere saldırmak ve küfür bile ‘normal’ sayılır oldu. Özgürlükler öylesine genişlemiş ki, ‘galeyana gelmiş olan vatandaşlar’, yer yer, yakaladıkları yabancı kaçak –veya kaçak olmayan– işçileri dövüp hastanelik ediyorlar. Hrisi Avgi (Altın Şafak) adlı siyasi bir kuruluş bu işin öncüsü gibi. Parlamentoda temsilciler de var. Hoş, son yıllarda molotof kokteyli atmak, bina yakmak gibi eylemler de demokratik hak sayılır olmuştu. Hele polisin giremediği üniversitelerde sevmediğini konuşturmama özgürlüğü tamdı. Yani “Ülkede özgürlük yok” demek kolay değil!
Bu kriz döneminde benim Pollyannaizm’im buraya kadar! Çevreme bakınıp ‘iyi yanlarını’ görmeye çalışıyorum ama gördüğüm, eski formülümün geçersizliği. Yeni bir kültür egemen olmuş gibi. Bir yanda ekonomik sıkıntılar, öte yanda eski değerleri geçersiz kılan yeni bir kültür. Özgürlük ve güvenlik gibi kavramlar anlam değiştirmiş. Özgürlük yine kişisel bir hak, ama artık ‘bizim’ hakkımıza dönüşmüş. Bizden sayılmayan ‘siyaseten hasımlar’ın ve ‘yabancılar’ın hakları hak getire! Özgürlük, ‘haklı saydığımı’ yapmak anlamını almış; ve varsın yapılanlar şiddet kullanmak olsun!
Eski iyimser formülümden bugün bulamadıklarım ekonomi ve işsizlikle ilişkili ‘ucuz tavernalar’ değil, bir ara hâlâ var olduklarını varsaydığım özgürlükler ve güven kavramları da öylesine değişti ki, neredeyse yok denecek haldeler. Pollyanna olmak artık hiç de kolay değil. Arada hâlâ Avrupa Birliği dışında olmamak bir umut ışığıdır diyorum. Şimdilik!