Ağustos ayında sektör çalışanlarıyla masaya yatırdığımız, sanat ortamının güvencesiz koşullarını, bu kez sanatçılarla konuştuk.
Mustafa Toygun, Sabo Akdağ ve Burak Ata
TUĞBA ESEN
ztugbaesen@gmail.com
New York’ta bir grup sanatçı bir araya gelerek ‘Debtfair’ (Borç fuarı) isimli bir girişim başlattı. Yıllardır ödeyemedikleri, gittikçe kabaran borçlarından yakınan ve geçimlerini nasıl sağlayacakları yerine, sanat düşünmek ve üretmek istediklerini belirten bir grup ‘borçlu’ sanatçı bir araya geldi. Borçlarını kapatmak için çeşitli organizasyonlarla işlerini satışa çıkarmaya, böylece alternatif bir sanat piyasası yaratmaya başladılar. Sanatçıların çalışma ve yaşam koşulları dünya genelinde tartışılırken, bu durumun Türkiye’de nasıl olduğunu merak ettik. Bunun üzerine, genç sanatçılar Burak Ata, Mustafa Toygun Özdemir ve Sabo Akdağ ile Toygun’un atölyesinde bir araya geldik. Güncel sanat piyasasına belirli bir mesafeden bakan, kafalarına yatan bir iş birliği olduğunda ise dahil olan bu üçlüyle konuşmamız, “sektörde yüklü miktarda para dönüyor, ama kime gidiyor bilmiyoruz” sözleriyle başlıyor. Her birinin sanatsal üretimlerinin yanı sıra, yaşamlarını finanse edebilmek için farklı işler de yaptığını belirtmek gerek. Daha sonra benzer noktaları, sanat piyasasında yaratılan ve sanatçıyı aşağılarda konumlandıran sahte hiyerarşi üzerine kafa yoran, sanat emeği konusunda yazılar yazan sanatçı Rafet Arslan ile konuştuk. O da bize üretimini bağımsız bir şekilde sürdürebilmek için ödenmesi gereken bedellerden bahsetti. Niyetimiz piyasada dönen paranın peşine düşmek olmasa da, sanatçıların hem üretimlerini, hem de yaşam mücadelelerini sürdürürken, bir taraftan piyasa baskısı ile nasıl mücadele ettiklerini merak ediyoruz. Ve muhtemelen ucu sanat kurumlarına da dayanacak bir tartışma başlatıyoruz.
-
Türkiye’de bir sürü güzel sanatlar fakültesi var. Aynı zamanda bir sanat sektörü de var ve insanlar bu okullardan mezun olduklarında, sanat yaparak hayatlarını kazanmayı hayal ediyorlar. Peki daha sonra ne oluyor?
Mustafa Toygun Özdemir: Toplumun geneline bakarsak, bizim gibi sanatçıların ortalamanın çok da altında bir yaşam standardına sahip olduğunu düşünmüyorum. Fakat Batı’nın standartlarında bir sanatçı yaşamına ulaşmanın da mümkün olmadığını biliyorum. Örneğin seyahat edemezsin, beğendiğin küçücük bir eseri dahi alamazsın. Sanatçılar sadece sektörü zenginleştiriyorlar; kendi hayatları için yatırım yapacak kadar para kazanmıyorlar. Aslında riskli bir yaşantımız var. En küçük aksilikte, örneğin sağlımızı kaybedip çalışamaz hâle geldiğimizde, bütün sistem çöküyor. Hayatımızı idame ettirmek için sanatçı asistanlığı ve başka işler yapıyoruz. Ve bu hassas bir denge.
Sabo Akdağ: Ben sanat ürettiğim zamanı, para kazanmak için yaptığım diğer işlere göre ayarlıyorum. Eğer haftanın 4 günü başka bir işte çalışıyorsam, ancak geri kalan zamanlarda resim yapabiliyorum. O anlamda üretme özgürlüğüm biraz kısıtlanıyor ve muhtemelen üretilen yapıtın niteliği de bundan etkileniyordur. Bence haftanın 7 günü, istediğim zaman üretebilsem, ortaya daha iyi işler çıkardı. Ancak bunun için yeterli maddi kaynak gerekiyor.
-
Siz okuldan mezun olur olmaz, birer portfolyo hazırlayıp galerilere başvurmadınız. Onun yerine ortak bir proje üretip, ardından buna uygun mekân arayışına girdiniz. Sanat sektörüyle ilişkinizi nasıl görüyorsunuz?
Burak Ata: Biz bu konuda biraz çekimser davranıyoruz. Sanat üretmenin yanı sıra, başka işler de yaparak para kazanıyoruz ve aslında bu bize bir tür rahatlık sağlıyor. Resimlerimizi satamasak da bir şekilde yaşayabiliriz. O yüzden de daha seçici davranabiliyoruz, acele etmiyoruz.
Bir grup arkadaş benzer şekilde düşündüğünüz için bu konuda birbirinize destek oluyorsunuz belki; ama genelde şöyle bir durum var: Eğer sanatçı her yıl bir galeride kişisel sergi açmaz, birkaç fuarda işlerini sergilemezse, kariyeri sorgulanıyor. Bu durumun üstesinden nasıl geliyorsunuz?
M.T.Ö.: Ben böyle bir tatmin duygusunun peşinde değilim. Biz hep resim yapıyorduk, bundan sonra da yapacağız. Eğer bunu iyi yapabilirsek ve karşımıza doğru insanlar çıkarsa, işlerimiz satılır. Fuarlarda işimin olmasını her zaman istiyorum, olması da beni mutlu ediyor; fakat olmaması bir problem değil.
S.A.: Birbirini anlayan bir grup arkadaş olarak yola çıkmamız, bizim için rahatlatıcı bir etmen oldu. Fakat bu hiçbir zaman bir galeriyle çalışmayacağımız veya fuarlar için proje yapmayacağımız anlamına gelmiyor. Galerilerin ve bazı kurumların işleyişi de zamanla değişecektir. Siz işinizi iyi yaptıktan sonra, mutlaka yapıtlarınızı sergileyebileceğiniz, insanlara ulaştırabileceğiniz oluşumlar karşınıza çıkar.
-
Sizin için esas olan bu süreçte kendi pratiğinize sadık kalmak mı?
S.A.: Evet. Ben bu ay birkaç resim bitirip satmazsam aç kalacağımı ya da atölyemi kapatmak zorunda kalacağımı düşünürsem, hiç üretemem. O yüzden farklı bir yol bulup, o gerekliliklerin üstesinden geldikten sonra resim yapmayı tercih ediyorum. Ve o zaman kendimi biraz daha rahat hissediyorum.
-
Galeri, müzayede, fuar gibi kurumların baskın olduğu bu hakim sanat piyasasının dışında, alternatif bir piyasanın gerekliliğini düşünüyor musunuz?
B.A.: Sürekli değişen bir sanat ortamı var, örneğin kurumlar kapanabilir; fakat esas olan sanatçıdır. Bu işin merkezinde de o var. Bu, çoğu zaman göz ardı ediliyor ve sanatçı piyasanın döngüsünde, aşağılarda konumlandırılıyor; ama aslında her şey sanatçının ürettiği yapıtın etrafında dönüyor. Biz her zaman yapıt üretmeye devam edeceğiz. Sanatçı iki yılda bir büyük sergi açar, yılda bir fuarda iş sergiler gibi normlaştırılmış bazı yargılar var; fakat tüm bunlar bir anda önemini yitirebilir. Asıl sanatçının atölyesinde neler oluyor, ona bakmak lazım. Bence kaçırdıkları nokta bu.
M.T.Ö.: Aslında hâlihazırda gelişen alternatif bir piyasa var bence. Üretimin yapıldığı mekânlarda alternatif bir piyasa gelişiyor. Zaman zaman sanatçılar aracı bir kuruma ihtiyaç duymadan, stüdyolarını ziyaretçilere açıyor. Bu adımların devamı gelecektir diye düşünüyorum. Belki Türkiye’de New York’ta olduğu gibi bir “borçlu sanatçılar” topluluğu çıkmaz ortaya, burada insanlar bu şekilde anılmak istemeyebilirler. Fakat benzer bir ortam burada da var ve yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor.
-
Her sanatçının hayali midir sadece sanatsal üretimini yaparak para kazanmak ve yaşamını sürdürmek?
B.A.: Ben öyle olmasını isterim. Başka hiçbir işe ihtiyaç duymadan, bütün gün atölyeme kapanıp yapıt üretmek isterim. Bundan daha güzel bir hayat düşünemiyorum.
S.A.: Bence atölyeyi iş gibi görmemek gerekiyor. Bu hayatımızın bir parçası, benim kendim olmak için ihtiyaç duyduğum bir şey resim yapmak. Fakat her sabah kalkıp işe gider gibi, “resim yapmalıyım çünkü para kazanmak zorundayım” diye düşününce, durum biraz değişir bence.
“Bize dayatılan, bir tür kimlik yitimi”
Rafet Arslan (Sanatçı)
Birçok galerici, sanatçının onun peşinden koşmasını bekliyor. Bu durum bana hiç etik gelmiyor; çünkü onlar sanatı meslek olarak seçmiş olabilirler ama bu, bizim hayatımız. Onların işlerinin yürümesi için de bizim hayatımızı devam ettirmemiz gerekiyor. 90’ların sonunda bir ‘küratör furyası’ ile karşılaştık. O dönem küratörler kendilerini, sanatçının üzerinde ve sanki onun koçuymuş gibi konumlandırdı. Tam bu süreç aşıldı derken, her şeyin fazlasıyla piyasa hakimiyetine girdiği bir ortam oluştu. Ve geçmişte küratörlerin oynadığı role, şimdi de galericiler büründü. Galerinin isminin sanatçıdan önde olduğu ve sanatçının galeriye muhtaç olduğu düşünülüyor. Aslında bu da, sanatçılar arasında herhangi bir örgütlenme olmamasından kaynaklanıyor. Bize dayatılan, bir tür kimlik yitimi. Bu duruma ne yazık ki birçok sanatçı uyum sağlıyor, uymayanlar da piyasanın dışına itiliyor, kurumlar tarafından yok sayılıyor. Bu da uzun vadede oldukça tehlikeli bir durum.
Ben uzun zamandır ikinci bir iş yapmadan, sadece sanat üreterek yaşamak için direnenlerdenim. Bu, zor ve acılı bir süreç. Maddi ve manevi olarak tatminsizliklerle dolu. Ama bağımsız kalmak ve inandığınız sanatı yapmak istiyorsanız, bu bedellerin ödenmesi gerekiyor. Durum, genç sanatçılar ve Anadolu’da sanat yapanlar için çok daha zor. Türkiye’de her şeyin çöktüğü bir dönemdeyiz ve yazık ki kültür endüstrisi de ülkenin bu batık ve karanlık durumuyla uyumlu bir halde. Avrupa’da bu tür kriz dönemlerinde sanatçı kooperatifleri ve dayanışma ağları oluşmaya başlamış; fakat Türkiye’de sanatçılar ne yazık ki hiçbir şeye cesaret edemiyor.