‘Tüzel kişilik talebinde birleşmeliyiz’

Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı İkinci Başkanı Kirkor Döşemeciyan, daha önce çeşitli vesilelerle gündeme getirilen ‘tüzel kişilik’ sorununun çözümü için toplumun devletten talepte bulunması gerektiğini ve diğer tüm beklentilerin hukuki bir zemine oturması için dinî cemaatlerin tüzel kişiliklerinin tanınmasına ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Fotoğraf: BARUYR KUYUMCİYAN

BARUYR KUYUMCİYAN
baruyr@agos.com.tr

Ermeni toplumunun sağlıklı bir yönetim yapısına kavuşturulması amacıyla Melkon Karaköse’nin sunduğu modelden hareketle, toplumun ileri gelenlerinin görüşlerini almaya devam ediyoruz. Konu hakkında görüştüğümüz Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı İkinci Başkanı Kirkor Döşemeciyan, daha önce çeşitli vesilelerle gündeme getirilen ‘tüzel kişilik’ sorununun çözümü için toplumun devletten talepte bulunması gerektiğini ve diğer tüm beklentilerin hukuki bir zemine oturması için dinî cemaatlerin tüzel kişiliklerinin tanınmasına ihtiyaç olduğunu söylüyor. En büyük sorunun kurumların denetlenememesi olduğunu düşünen ve “Söylem olarak herkes varlıkların tüm cemaate ait olduğunu dile getiriyor fakat uygulamada durum böyle değil” diyen Döşemeciyan, seçilmiş bir patriğin eksikliğinin de, cemaatte kendini güçlü bir şekilde hissettirdiğini vurguluyor.

Model değil yasa

Avrupa Birliği’nin insan hakları alanında ciddi çalışmaları var. Bu amaçla, 10 Mayıs 1990’da kurulan Venedik Komisyonu’nun 18 kurucu üyesi arasında Türkiye de yer alıyor. Bu komisyonun görev alanında temel insan hakları, inanç özgürlüğü, azınlıklar ve ayrımcılık konuları yer alıyor. Bunlar, cemaatimizi hayati anlamda etkileyen başlıca meselelerdir. Komisyonun ürettiği tavsiye kararları arasında inanç gruplarının tüzel kişiliklerinin tanınması da var. Almanya, Fransa, İngiltere, Portekiz gibi AB ülkeleri, tüzel kişilik üzerinden bu tanımlamayı kullanıyor. Burada tüzel kişiliğin ne demek olduğunu da çok iyi anlamak gerekiyor. Tüzel kişilik kabul edildiğinde, dinî cemaatlerin nasıl yönetileceğine dair bir yasası ve bu sayede, seçim, yönetim, varlıkların değerlendirilmesi, denetlenmesi ve paylaştırılması gibi temel sorunlarımızı kapsayan ve tanımlayan bir sözleşmemiz olacaktır. Dolayısıyla, şu anda yapmamız gereken, model üretmek değil, öncelikle tüzel kişilik sorununun çözümü konusunda toplum olarak, diğer cemaatlerle de birlik olup talebi ortaya koymaktır. Ben yol haritası olarak bunun benimsenmesi gerektiğine inanıyorum. Yoksa, modellerle ilgili bir sorun yok. Karaköse’nin önerdiği ve Agos’ta ‘2014 Nizamnamesi’ başlığıyla yer verilen model, 1863 anayasasıyla büyük ölçüde örtüşmektedir.

Türkiye buna hazır

Türkiye bugün 20-30 yıl öncesiyle aynı noktada değil. İlerleme ve demokratikleşme hamleleri belirgin olarak hissediliyor. Başbakan Davutoğlu’nun AK Parti’nin son olağanüstü kongresinde, dinî azınlıkların adını zikrederek vurguladığı eşit yaşam söylemi, bu yönde birtakım adımlar atılacağını da işaret ediyor. Azınlıkların korunması AB müktesebatı içinde ‘pozitif ayrımcılık’ olarak tarif ediliyor, çünkü üye ülkeler bu grupları kendi zenginlikleri olarak görüyor ve azınlıkları, inanç dil, kültür ve varlıklarıyla koruyabilmek için desteklemeyi bu yüzden anlamlı buluyor. Avrupa’da desteklenen azınlıklar arasında Müslümanlar da var. Bu anlayış er ya da geç Türkiye’ye de gelecektir. Bugün bu olasılık her zamankinden daha yüksek. Bunun örnekleri görüldü ve anlaşıldı. Ahtamar Kilisesi onarıldı ve ülkeye bir değer olarak kazandırıldı; Van esnafının senede bir kez yapılan ayini bekler olduğu görülüyor. Ani’yle ilgili çalışmalar yapıldığını işitiyoruz. Tabii, bunu maddiyata indirgememek gerekiyor. Dünyaya “Ben azınlıkları koruyorum ve geliştiriyorum” mesajı da verilmiş oluyor.

Azınlıkların korunması meselesini eşit vatandaşlık talepleriyle de karıştırmamak gerekiyor. Tabii ki, vatandaşlık hakları anlamında, sosyal ve siyasi alanda hiç kimse eşitliğin ötesinde bir ayrıcalık talep edemez. Burada varlıkların korunması anlamında bir destekten bahsediyorum. Dolayısıyla, yönetmelik düzeyinde değil, kanunla çözülmesi gereken bir sorun bu. O yüzden şimdiden çalışmalarımızı yapıp altyapımızı hazırlamak ve diğer cemaatlerle de gücümüzü birleştirerek ortak ses olarak talebimizi yükseltmek zorundayız. Tüzel kişilik, örgütlenme izni anlamına geliyor. Bu mümkün olursa, arzu edilen tüm yapılar oluşturulabilecektir.

VADİP’i çalışamaz hale getirdiler

VADİP’in kurulma aşamasında SEV Vakfı yöneticisiydim. Platformun kurucusu olan arkadaşlar bir toplantımıza gelerek bu oluşumdan bahsettiğinde büyük heyecan duymuştum. Bu, cemaatimizin, herhangi bir zorlama olmadan, kendi iradesiyle belli kalıplara girmeyi kabul ettiği anlamına geliyordu. Bu aralar Jamanak gazetesinin1908-1910 arasındaki başyazılarının yer aldığı bir kitap okuyorum. VADİP kurulduktan sonra tam o günlerdeki manzara âdeta tekerrür etti. Kişisel hesaplar, artniyetler ve bir sürü olumsuz etken, yetersizliklerle de birleşerek, VADİP’i çalışamaz hale getirdi. VADİP’te alınan kararları o platforma katılanlar kendi iradeleri olarak benimseyip sahip çıksalardı sonuç çok daha farklı olabilirdi. Mesela Vakıflar Seçim Yönetmeliği meselesi böyle oldu; oradan çıkan bir teklif devlete iletildi, ardından başka teklifler de gönderildi. Ortak akılla olgunlaştırılan, tek bir fikir iletilseydi, devletin tavrı farklı olabilirdi.

Kurumsallaşma gerekiyor

Bugün Rum vakıflarının aldığı belirtilen ISO belgesi iyi bir örnek; kurumsallaşma için atılması gereken ilk adım odur. Bu, en basit anlamda, kurumdaki yöneticisinden çalışanına, tüm kadronun görev ve yetki sınırlarının belirlenmesi anlamına geliyor. Ardından, bunların denetlenmesi gerekiyor. İşte ISO (Toplam Kalite Belgesi) gibi sertifikalar bunu garanti eder, periyodik iç denetimleri ve raporlamayı düzenler. Diğer taraftan, bu belgeyi veren kurumun, vakfı her yıl denetlemesini de sağlar. Bunu kurumlarımız açısından çok önemli buluyorum. Geçmişte yaşanan maddi zorluklar bizleri yanlış alışkanlıklara yönlendirmiş ve bazı adımları atmaktan alıkoymuş olabilir. Ancak günümüzde, maddi açıdan, bu kurumsallaşmayı gerçekleştirecek rahatlığa sahip olduğumuzu düşünüyorum.

Vakıfları bu noktada dörde ayırmak gerekiyor: Kilise vakıfları, kilise ve okulu olan vakıflar, kilise okul ve emlakı olan vakıflar ile Surp Hagop ve Surp Pırgiç gibi işletmeleri ve emlakı olan vakıflar. Bunlar arasında okulu olan vakıflar zaten kurumsal bir yapıya sahip oldukları için bu belgeleri alarak kolaylıkla süreci tamamlayabilir. Emlakı olan vakıfların ise kesin olarak uzman yönetimine ihtiyacı vardır. Bir vakfın çok mülkü varsa, bir gayrimenkul yatırım ortaklığı nasıl yönetiliyorsa, o şekilde yönetilmesi gerekir. İşletmesi olan vakıfların ise, hiç tartışmasız, kurumsallaşması şarttır. Burada yönetim kurullarının görevii vizyonu ve hedefi tayin etmek ve sonucunu takip etmek olmalıdır. Bunun dışındaki tüm süreçler profesyonel çalışanlar tarafından yürütülmelidir.

İstanbul Ermeni Patrikhanesi

‘Patrikhane’nin danışma müessesesi yok’

Yöneticilik yaşantısına 60’lı yıllarda Bezciyan derneğinde Başkanlık görevini üstlenerek başlayan Döşemeciyan, “1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve mütevelliliğin ortadan kalkmasıyla bu günkü anlamda ilk yönetim kurulları oluştu. Babam Kumkapı Meryemana Patriklik Kilisesi’nin yönetimine seçildi; annem de aynı dönemde kurulan Bezciyan Derneği’nin yönetimindeydi. Dernek toplantıları evimizde yapılırdı, dolayısıyla 12 yaşımdan beri bu işlerin içindeyim” diyor. İşi nedeniyle çoğunlukla Anadolu’da ve yurt dışında bulunduğu dönemlerde yönetim kurullarından uzaklaşsa da, topluma katkılarını sürdürdü. 1993-2001 yılları arasında Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Yönetim Kurulu’nda yer aldı. SEV Vakfı kurucusu ve Yönetim Kurulu üyesi oldu, ayrıca 1993-2009 arasında, önce Patrik Karekin Kazancıyan, ardından Patrik Mesrop Mutafyan döneminde Patrikhane Danışma Kurulu üyeliği yaptı. 2009’da tekrar seçildiği Hastane Yönetim Kurulu’nda halen görev yapıyor. Danışma müessesesinin her zaman faydalı olduğunu, bu müessesenin artık var olmamasının büyük bir eksiklik olduğunu söylüyor.

‘Patrik seçimi konusunda hazırlıksızız’

Şu an yönetim kurullarını seçemememizin yanında, diğer önemli sorun, patriklik makamı için de seçim yapamamamızdır. Tüzel kişiliğin tanınmasının ardından bu da o statünün bir parçası olarak değerlendirilecek ve bu sorun yasal zemine oturarak çözülecektir. Patrik seçimi yapamamamız konusunda devleti suçlayamıyorum. Çünkü o dönemde ‘eş patrik’ seçimi için yola çıkıldığında, Dolmabahçe’de yapılan bir toplantıda bu talep dönemin başbakanı Erdoğan’a arz edildi ve “Önerinizi getirin, değerlendirelim” cevabı alındı. Fakat maalesef, bu öneriyle birlikte, bazı kişilerce, tamamen kişisel kanaatler ve geleceği görmekten uzak bir tercihle, ‘patrik seçimi’ için ikinci bir dilekçe de iletildi. Dolayısıyla, devlet de, herhangi bir kurumunda böyle bir ikilik olduğunda göstereceği refleksi sergiledi ve vekil tayin edilmesini önerdi. Bunu iç işlerimize karışılması olarak değerlendirmiyorum. Bizim cemaat olarak böyle bir tablo sergilemememiz gerekiyordu. Toplumumuz için bu kadar önemli olan bir makamın görevlerinin vekillikle yürütülmesi doğru değil. Şu an ise, seçim yapılabilmesi için maalesef Patrik II. Mesrob’un aramızdan ayrılması bekleniyor. Bu duruma dahi hazırlıklı değiliz, çünkü patrik seçimi için bir yönetmeliğimiz yok. Bu konuda ön çalışmalar var ancak bu bir şey ifade etmiyor. Cemaat olarak mutabakata varıp yönetmeliği hazırlamamız ve onay talebinde bulunmamız gerekiyor.