Fırat Demir’in gerçek kadar acımasız portreleri kendi mermer büstünü hep kendisi şekillendiren Nazlı Ilıcakla devam ediyor: Politik ihanete olan düşkünlüğü onu bir kez daha ipten çekip alacak mı, yoksa bu son dans bir terk-i vals mi, hep birlikte keşfedeceğiz.
FIRAT DEMİR
firatdemir@me.com
Nazlı Ilıcak, bir varolabilme ustası. Bir hayatta kalma uzmanı. En çok da taş oymacısı. Kendi mermer büstünü hep kendisi şekillendirdi. Tavır değiştirmek, inandıklarını tersine çevirmek onun için sadece pratikten ibaretti. Haliyle bu büstü yeniden ve yeniden işledi; gerektiğince anlamlar ekledi, anlamlar sildi. Yarım asra yaklaşan kariyeri boyunca pek çok “şey” oldu; bir demokrat, bir Müslüman, bir milliyetçi. Fakat aslında tekti; gerilimlerin tam orta yerinde, hayatta kalmaya yeminli bir inatçı. İnadı, haklılığın inadı filan da değildi, oldukça kişiseldi. Böylesi bir kişisellik içerisinde yarattığı suretlerin kalıcı olması elbette ki beklenemezdi.
Şimdilerde yine büstünün karşısına geçti Nazlı Ilıcak. Yine kendisiyle ilgili bir şeylerin yerini değiştiriyor. AKP iktidarının ilk yıllarında bütün televizyon ve gazetelerde adeta bir iktidar kutsayıcısı olarak ter dökmüş Ilıcak, artık bizzat AKP’nin karşısında savaşıyor. Türkiye siyaset tarihinin son kırk yılına tanıklık eden bu isim, bir başka ideolojik terk edişin eşiğinde, kendisine yeni bir suret arıyor. Bu suretin pudrasıysa, popüler kültürün alacası bulacası oluyor.
Ilıcak, yeni suretini popüler kültürle hasbihâl etmek için başlattığı bir sevimlilik harekatı içerisinde sınıyor. Yedi cihana bir başka ihanetten nasıl sağ çıktığını göstermek üzere tertip ettiği bu curcunanın ismi: Pazar Gezmesi. Ilıcak, ‘Pazar Gezmesi’ isimli televizyon programıyla yalnızca ünlülerin evlerine sızmakla kalmıyor. Köreltilmiş belleğimizin yegane suç ortağı televizyondan bir bir hepimize sesleniyor; bakın, bu benim yeni yüzüm, diye kahvaltı saatlerimize sıçrıyor. Ülkedeki tüm politik karışıklıkların içerisinde konum almış Ilıcak, hafızamızla dalga geçmek ister gibi, en güneşli haliyle karşımızda beliriveriyor. Vakti zamanında yer göstericiliğini yaptığı tüm güç odaklarının dışında bir kendilik iddia ediyor. Nitekim bu göstergeler yağmurundan kurtulmak öyle kolay olmuyor. Televizyonda denk düşmediniz mi; ertesi gün videolar paylaşılıyor: Nazlı Ilıcak’tan rap şov, Nazlı Ilıcak sirtaki yaptı, Nazlı Ilıcak’ın ponpon dansı.
Program boyunca konuklar ya da kısacası dış dünya ise hiçbir önem ifade etmiyor. Zira tüm program, Nazlı Ilıcak’ın deney alanı. Bu ev ziyaretlerini bir keşif gezisi serisi olarak da görebiliriz. Ilıcak’taki güç sevdası, onu gündelik hayatın zayıf anlarından öylesine uzaklaştırmış ki, her bölüm, Ilıcak’ın en basit yaşama pratiklerine dair verdiği bir sınamaya dönüşüyor. Ilıcak, “siz” diye diye sağdan soldan bilgi topluyor.
“Siz hamuru böyle mi açarsınız?”
“İlk kez yumurtaya ekmek bandırıyorum, siz hep böyle mi yaparsınız?”
“Pardon, siz nasıl yaşarsınız?”
Oysa annesi Nazlı Ilıcak’ı lady okuluna göndermek istemişti. Ilıcak yemek yapacak, at binecek, piyano çalacaktı. Olmadı. Hayatındaki önemli kararlara düşen gölge, annenin değil, babanın gölgesiydi.
Ilıcak’ın hayatla mesafesini de yine babası belirledi.
“Hiçbir güzel anım yok,” dediği rahibe okulu Notre Dame de Sion’un altıncı sınıfında öğrendi babası Muammer Çavuşoğlu’nun diğer Demokrat Particiler ile birlikte Yassıada’ya götürüldüğünü. Babasının siyasi mahkumiyeti ve Kayseri Cezaevi’ne kapatılması, bir dönüm noktası oldu Ilıcak için. Notre Dame de Sion’un duvarları arkasında halihazırda hayattan soyutlanmış bu genç kız, artık normal insanların sakin gündeliğine hiç inmeyecekti. Güçlü kalmak adına büyük bir yemin etti; duygularını en aza indirgedi, tutarlığı boş verdi. Ayakta kalabilmek için kendisine bile ihanet etmekten hiç çekinmedi. Mesela bir zamanlar eleştirdiği askeri, pek sonraları alkışlamak, onun trajedisiydi.
Bu hoyrat yeminini siyasal bir araca dönüştürmek içinse, Tercüman gazetesinin patronu Kemal Ilıcak’la evlenmesi gerekti. 72 yılında babasını kaybeden Nazlı Ilıcak, içinde biriktirdiği öfkeyi, kocası Kemal Ilıcak aracılığıyla, köşe yazarlığına dökecekti. Bir mantık evliliğiydi bu evlilik. “Hiçbir zaman ‘Kemal bana aşıktı, ben de Kemal’e aşıktım’ diyemem.” diye buyuracaktı bir gazete söyleşisinde. Aşksızlık hali, Ilıcak’a korkulası bir soğukkanlılık olarak yansıdı. Ilıcak’lı Tercüman Gazetesi, ülkeyi 12 Eylül’e taşıyan süreçte sağ görüşün yegane kalesiydi. Ilıcak, iktidardan yana tavır almayı ve iktidar odaklarını manipüle edebilme yetisini ilkin Tercüman Gazetesi’nde tecrübe etti.
Tüm bu becerileriyle Ilıcak, 80 sonrası düşüşe geçen Tercüman Gazetesi’nden kurtulan yegane isim olacaktı. Darbeyi savunan dili, yavaş yavaş darbe karşıtlığına evrilirken, Ilıcak, bir ideolojiyi daha, tıpkı bir deri gibi, gerisinde bırakmıştı. Hem de ne deri değişimi! Trajedisinin baş döndürücü hızında Ilıcak; Erbakancı oldu, Çillerci oldu, Yılmazcı oldu. 28 Şubat dönemi aldığı tavırsa, ona Fazilet Partisi ile birlikte siyasete girme imkanı tanıdı. Merve Kavakçı olayındaki baş aktörlerden biriydi. Fazilet Partisi’nin kapatılmasıyla milletvekilliği düşürüldü ve 5 yıl siyasi yasaklı sayıldı. 3 Kasım 2002 seçimlerinin öncesinde yeniden gündemdeydi. Siyasi kariyerindeki yeni alanını ikinci kocası Emin Şirin ile birlikte belirlemeye girişmişti. Fakat çok geçmeden, “Emin’e de aşık değildim ki.”, diyecek, AKP ile olan pazarlığına tek başına devam edecekti. AKP iktidarının ilk yıllarında o kanal senin bu kanal benim büyük bir netlikle AKP’yi savundu. Bir zamanlar onu görece bütünlüklü tutan Tercüman Gazetesi’nin kapanmasından beridir, Ilıcak ilk kez kendinden bu kadar emindi.
Sonrası zaten malum. Trajedi yine devreye girdi ve Ilıcak, yine büyük bir terk edişin sınırında belirdi. Onun hikayesi, Türkiye’deki değişen iktidar dengelerinin hikayesiydi. Hikaye gereği, AKP’nin Cemaat ile olan savaşında, Ilıcak, Cemaat’ten yana tavır alacaktı. Tavrının bedelini de Sabah Gazetesi’ndeki köşesinden atılmakla ödedi. Kaybetmeyi sevmeyen birinden bahsediyoruz. Haliyle, bıçaklar bilendi. Ilıcak, bir zamanlar bir katil serinliğiyle desteklediği AKP’yi dört köşeden sıkıştırmaya başladı, ondan kalan boşluğu doldurmaya çalışan Nagehan Alçı gibi isimleri tek tek hizaya dizdi, basın özgürlüğünden Gezi eylemlerine kadar pek çok meselede aklıselim davrandı. Belki inandırıcı değildi ama en azından inatçıydı.
Bu inadın tansiyonuyla, popüler kültüre pat diye bırakıverdi kendisini Nazlı Ilıcak. Görünmek istiyordu, inadını herkese göstermek. Görülebilme tutkusunun telaşı yüzünden olsa gerek, Franz Kafka’yı Fransız sanmadan, böceği örümcek yapmaya pek çok gaf ile döşeyecekti kendi yolunu. Olsun. Bu gaflar bile ‘Pazar Gezmesi’ ile şekillenmekte olan Ilıcak personasının önüne geçemedi. Aksine, tıpkı diğer popüler kültür figürleri gibi, gaf demek, şaşkınlığın kutsanması demekti. Komik unsurun devreye girmesi. Gregor Samsa ya da sabah kahvaltısı için kıramadığı bir yumurta. Ne fark eder ki? Nazlı Ilıcak ekranları kapladıkça, daha da rahatlayacak, daha da umarsızlaşacaktı.
Hiçbir zaman ideoloji temelinden hareket etmeyi gereksinmemiş bu anti-figür, artık tamamen duygusal düzlemde yaşıyor. Ayakta kalmak için takındığı esaslı alışkanlığı, yani politik ihanete olan düşkünlüğü onu bu sefer de ipten çekip alacak mı, yoksa bu son dans bir terk-i vals mi, hep birlikte keşfedeceğiz. Fakat görünen o ki, büyük çelişkilerle karşıladığı 40 yıllık politik süreçlerden sağ çıkmasını kutlamak istiyor Ilıcak. Birazcık tebessüm için o sert çehresine yavaşça dokunmak. Bize de darbelerle, türban krizleriyle, paşalarla, askerlerle dolu bir tarihten sıyrılarak karşımıza çıkan Nazlı Ilıcak’ın bu tumturaklı yeni personasını seyretmek düşüyor. Gülerek ama en çok da huşuyla. Bir zamanlar el verdiği onca gerilimi unutamayarak.