Siyaset bilimci Doç. Ayşen Uysal, Gezi Direnişi’nden bu ayana geçen üç ayın ve Başbakan Erdoğan ile AK Parti çevrelerinin sık sık tekrar ettiği ‘Eylül senaryoları’nı değerlendirdi.
AYŞEN UYSAL
Haziran ayına damgasını vuran Gezi Parkı protestoları Temmuz ayı itibariyle önce forumlara evirildi, daha sonra da “yaz tatiline” girdi. Bununla birlikte yaz boyunca “Eylül sendromu” hükümetin gündemindeydi. Başta başbakan olmak üzere hükümet üyeleri ve güvenlik güçlerinin dilinden düşüremedikleri Eylül korkusu, protestocu cephede de gündemi ve beklentiyi şekillendirdi. Ne de olsa Haziran daha bir başlangıçtı.
Sokağa çıkmanın bedeli
Ve Eylül geldi çattı. Hatta veda etmeye hazırlanıyor. Ne oldu Eylül’de? Daha doğrusu, Haziran Direnişi neye dönüştü? Nasıl evrildi? Meseleyi, aktörler, eylem repertuvarı ve talepler olmak üzere üç açıdan değerlendirmek mümkün.
Protesto hareketlerindeki en büyük değişim, protestonun aktörleri açısından yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Zira ‘yeni orta sınıf’ olarak tanımlanıp üzerinde sıkça tartışılan gruplar eylemlerden hızla çekiliyor. Bir çok yerde çekildiler, ancak sınırlı birkaç yerde katılımlarını sürdürüyorlar ki oralarda da diğer sol gruplardan mekânlarını ayırmış durumdalar. Sokak yine ‘müdavimlerine’ kaldı anlayacağınız. Haziran Direnişinde ‘ön saflarda’ yer aldığını söyleyen çok sayıda kişi, Eylül protestolarına katılmadıklarını dile getiriyorlar. Buna gösterdikleri temel gerekçe ise, şiddet içeren eylem biçimlerini onaylamamaları.
“Trafik lambalarının kırılmasından rahatsızlar” kendi deyimleri ile. Oysa asıl nedenin bu olmadığının onlar da farkında. Bu sadece davranışı meşrulaştırmak için bulunan bir gerekçe. Bazıları bunu itiraf da ediyor. Asıl neden sokağa çıkmanın bedelinin yüksek olması. Aslında sokak protestoları Türkiye’de her zaman ağır bedeller ödemeyi gerektiren bir siyasal katılma biçimiydi. Bununla birlikte devletin yaz ayları boyunca izlediği politikaların kendisi açısından başarıyla sonuçlandığını söylemek yanlış olmaz. Yoğun gözaltılar, tutuklamalar, ilk duruşmaya kadar cezaevinde geçen süreler, yaralanmalar, ölümler, özellikle kadınlara yönelik gözaltında çıplak aramalar, sınavlara elleri kelepçeli getirilen öğrenciler, bu kesimin gözünü korkutmaya yönelikti. Amacına da ulaştı. Haziran ayında ‘kolektifin gücü’ sayesinde ödenmesi muhtemel bedellere karşı daha cesur görünen bu toplumsal kesim, protestoların yaz uykusuna çekildiği dönemde ödenecek bedel ile elde edilecek avantajlar analizi yapmak durumunda kaldı. Ki devletin önüne koyduğu manzara hiç de parlak değildi bu açıdan. Sonuçta risklere göğüs gerebilmenin ölçüsü sınıfsal aidiyet, yaş gibi toplumsal profil özelliklerinden hiç de bağımsız değil.
Geriye dönüş
Üstelik de Eylül ayı ile birlikte, devlet şiddetinin hedefi ‘ötekilere’ yöneldiğinden, artık sokakta olanlar kendisini daha az ilgilendirmeye başladı. Eylül eylemlerinin ve bu eylemlere yönelik polis şiddetinin en fazla görünür olduğu mahalleler Alevilerin yoğun olarak yaşadığı yerler. Gazi Mahallesi, Dikmen, Tuzluçayır, Armutlu gibi. Buna bir de Kürt siyasal hareketinin Gezi’ye sahip çıkması eklenince, sokağı artık kendisinin mekânı olarak görmemeye başladı. Yani Haziran öncesine dönüş söz konusu. Oysa Haziran Direnişi boyunca bu toplumsal kesim, bunca yıl Kürtlerin ne yaşadığını artık anlamaya başladığına yönelik işaretler vermişti. Bu açıdan baktığımızda Eylül ayı aynı zamanda bu toplumsal kesimin samimiyet sınavından geçtiği, dönüşüp dönüşmediğini gösterdiği bir ay olma özelliğine sahip.
Pazarlık bitti
Peki hareketin eylem repertuvarı değişti mi? Sokak gösterileri ile şekillenen Haziran eylemleri, Temmuz’da forumlara doğru evirildi. Bu sürecin temel özelliği şiddetsizliğe yapılan vurguydu. Polis şiddeti karşısında şiddet içermeyen direniş biçimlerinin geliştirilmesi açısından da oldukça yaratıcı bir dönemdi. Ancak polisin ve destekçi sivillerin düşmanca şiddeti karşısında bu soğukkanlılığı korumak mümkün olmadı. Eylem alanlarındaki polis yığınakları, elinde gaz tabancası ile gözdağı veren polisler, düşmanını yok etmeye ilerleyen polis timleri gösterici şiddetine de böylece davetiye çıkarmış oldu. Protestocu cephesinde mala zarar verme, polisle çatışma gibi eylem biçimleri ön plana çıktı. Sonuçta şiddet, kolay girişilebilen, görünürlüğü fazla, duygusal çeşitliliğe sahip, ancak sürdürülmesi zor olan bir kolektif harekettir. Şiddet aynı zamanda kurumsallaşmış çatışmanın sona erdiğinin göstergesidir; şiddet ortaya çıktığında artık ortada müzakere ve pazarlık kalmamıştır. Bir başka ifadeyle, şiddetin ortaya çıkması devletin yurttaşlarıyla tüm pazarlık yollarını kapattığını gösterir. AKP iktidarı yalnız pazarlık yollarını kapatmakla kalmıyor, aynı zamanda eylemlere bir biçim de verme yönünde adımlar atıyor. Alevi mahallelerinin hedefe yerleştirilmesi Alevi-Sünni çatışmasına zemin hazırlarken, diğer yandan CHP’yi protesto eylemlerinin ‘kışkırtıcısı’ –elbette dış mihrakların da desteği ile!- ilan etmesi, AKP-CHP karşıtlığı üzerinden bir kutuplaştırma siyasetinin kuvvetli sinyallerini veriyor.
‘Savunma’ pozisyonu
Son bir husus da eylemlerin konusu ve talepleri ile ilgili olarak söylenebilir. Eylül ayı ile birlikte protesto eylemleri devlet baskı ve şiddetine karşı direniş niteliğini kazanmış görünüyor. Bu durum, protesto eylemlerine giderek daha fazla ‘savunma’ pozisyonu kazandırma ve yaratıcılığını köreltme riskini de içinde barındırıyor.
Kısacası Eylül protestoları, polis şiddetinden kaynağını alan gösterici şiddeti potansiyelini fazlasıyla içinde barındıran ve tam da bu nedenle hareketlerdeki koalisyonların parçalanma riskinin yüksek olduğu bir sürece işaret ediyor.