Akordeon / lensler konuşabilseydi

Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.

İtalyan bir bestecinin akordeon için yazdığı ‘Valzer di mezzanotte’yi [Geceyarısı Valsi] bilir misiniz? İlk birkaç notasını duyduğunuz anda, tek başınıza bile olsanız, kalkıp vals yapma isteği doldurur içinize. Yumuşacık bir yaz akşamı esintisi gibidir; hayatın yaşamaya değer olduğunu hissettirir insana. En azından böyle bir ezgiyi dinleme şansına eriştiğiniz için, dünya böyle bir müzikle takdis edilmiş olduğu için, mutlu öleceğinizi fısıldar kulağınıza. Senelerdir, beni bu şekilde etkileyen her ezgiyi listeme ekliyorum. Bana güzelliği ve aşkı öğreten şarkılar, filmler ve kitaplardan oluşan, umudumu ve insanlığa duyduğum inancı tazeleyen, zihnimde tuttuğum bir liste bu. Ölünce öbür dünyaya götüreceğim. Tamam, öte tarafa göçerken yanımıza hiçbir şey alamıyoruz da, ya ölümden sonra hayat diye bir şey varsa ve bu dünyadaki hafızamızı o hayata taşıyabiliyorsak? Buna hüsnükuruntu denir, farkındayım ama yine de bu liste lazım bana, ne olur ne olmaz. O taraftakilere listeyi gösterip nasıl müthiş bir dünyada yaşamış olduğumu anlatmak istiyorum. Onlara “Bakın, ne kadar güzel bir yerden geldim ben buraya; bakın, nasıl bir hayat sürüyor insanlar orada” deyip, listemdeki kitapların, filmlerin, müziklerin bana yaşattığı envaiçeşit hisleri anlatmak istiyorum. İstiyorum ki bilsinler; ardımda bırakmak zorunda kaldığım bu yere, kaybettiğim cennete hayran kalsınlar.

Evet, ne diyorduk, ‘Geceyarısı Valsi’... Çok çok güzel bir bestedir. Güzelliği, akordeonun tuşlarında saklıdır. Bu ezginin mutlaka akordeonla çalınması gerekir, o hissi başka enstrüman veremez. Zaten akordeonu oldum olası sevmişimdir, ta çocukluğumdan beri. Amcamın bir akordeonu vardı, hep oturma odasında dururdu ama çantasının kapağı çoğu zaman kilitli olurdu. Açık olduğunda, ışıldayan tuşların büyüsüne kapılır, parmaklarımı onların üzerinde dolaştırmak için can atardım. Ama dokunmak yasaktı. Üstelik amcamın o akordeonu çaldığını, bırakın çalmayı, tek bir tuşuna bastığını bile bir kez olsun görmedim.

Aslında ben akordeon aşkına başka yerde, anaokulu mezuniyetimde düştüm. O gece müsamerelere Aram Tigran ve orkestrası eşlik etmişti. Bir tek, bizim sınıfın ‘Dabke’ gösterisinde, ‘Al Nadda’ şarkısı kayıttan çalınmıştı. Sahneye çıkmak için sıramızı beklerken de, gösterimizden sonra da, gece boyu orkestrayı dinlemiştim. O gece akordeona bayılmış, cümbüşten nefret etmiştim (sonraları ona da âşık oldum tabii, ama o başka bir hikâye). Ve hayat, akordeonun sesini sayısız kez çıkardı karşıma. Hangi birini anlatsam... Kessab’da, bir yaz akşamı, kuzenim Hagopig’in, kaldığımız evin önünde akordeonuyla ‘Sareri hovin mernem’i [Dağların rüzgârına öleyim] çalışını, ona cırcır böceklerinin eşlik edişini daha dünmüş gibi hatırlıyorum mesela. ‘Tuna Dalgaları’nı akordeonun sesinden ilk kez dinleyişimi de. Piazzola’nın akordeon için yazdığı ‘Vuelvo al Sur’u [Güneye dönüş] ne zaman dinlesem kendimi nasıl ölümsüz hissettiğimi mi anlatsam yoksa? Hepsi, birbirinden tatlı, bir sürü anı...

Velhasıl, İstanbul’a yerleştiğim yıl çektiğim bu kare, bir tesadüfün ürünü değil. Beyoğlu’nun her sokağından akordeon sesleri yükselirdi o yıllarda. Üstelik sokak çalgıcıları, hatta çocuklar bile ustalıkla çalardı bu enstrümanı. Bir gün bir kafede otururken yanıma yaklaşan bu ufaklık gibi mesela... O zamanlar insanlar, sırf kendilerini bu çocuklara yardım etmeye mecbur hissettikleri için değil, onların yeteneğinden etkilendikleri için de ceplerindeki bozuklukları verirlerdi onlara. Akordeon çalmak sadece bir yoksulluk alameti değil, ailenin geçimine katkıda bulunmak için yapılan bir işti. Çocuklar şarkıları baştan sona bilir, hakkını vererek çalarlardı. Evet, çocuk işçiliği meselesini görmezden gelmemek gerekir ama bu çocukların işlerini sanatsal haysiyetle yaptıklarını teslim etmek de boynumuzun borcudur. Şimdi öyle mi... Ver çocuğun eline bir akordeon, yarım yamalak, uyduruk şarkılar çalsın, bir yandan da dilensin. Sokakta yürürken, tuşlarına rastgele basılan bir akordeondan çıkan sesler gelirse kulağınıza, bilin ki yakınlarınızda bir yerlerde dilenen bir çocuk var. Formül belli artık, birkaç ölçü ‘Çav Bella’, hemen ardından üç-beş ölçü ‘Hatırla Sevgilim’, sonra hop, bir başka ezgi…

Yetişkinler dünyayı böyle acayip bir yer hâline getirdiler işte.

İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz



Yazar Hakkında