Sadiki, 'Türkiye demokrasisi Arap Baharı'na ilham kaynağı olur mu?' tartışmasına açıklık getirdi: 'Türkiye'nin demokratik dönüşümüne sadece olumlu olarak bakılmamalı, olumsuzluklardan ders çıkarmak için de göz önünde tutulmalı.' Gazetemizde yayınlanan röportajın kısaltılmamış, geniş versiyonunu paylaşıyoruz.
SEVAG BEŞİKTAŞLIYAN
besiktasliyan@agos.com.tr
Geçen yıl Ortadoğu’dan esen devrim dalgası, tüm dünyayı etkisi altına alırken, bölgede başlayan seçim süreci “demokratikleşme” sorularını tekrar gündeme taşıdı. Bu konu üzerine kafa yoran sayılı isimlerden birisi olan Dr. Larbi Sadiki, Arap Baharı’nın başladığı ülke olan Tunus’ta gerçekleşen devrimde önemli bir paya sahip olan El Cezire’ye yazdığı köşe yazılarıyla tanınıyor. Exeter Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları’nda öğretim görevlisi olan Sadiki, 16 yıldır Ortadoğu’da İslam ve demokratikleşme konuları üzerine çalışıyor ve aşağıdan gelen kurumsallaşmamış mücadeleleri araştırıyor. Bu çalışmanın ürünü olan üçüncü kitabı Salon Democracy bu ay içinde yayımlanacak olan Sadiki’yle Ortadoğu’daki gelişmeleri ve bu coğrafyanın geleceğini konuştuk.
Önce Arap Dünyası’nı ve sonra da tüm dünyayı sarsan sosyal hareketlenmenin sebepleri nelerdi?
Devrimlerin birçok sebebi var. Devrimlerin neden gerçekleştiğini açıklamayı karmaşık hale getiren nedenler bunlar. Bana göre, devrimlerin arkasındaki temel sebeplerden biri, yoksulluk, adaletsiz paylaşım, fırsat eşitsizliği ve Mısır, Libya, Suriye, Tunus ve Yemen gibi ülkelerin hanedan siyasetinin daha da kötüleştirdiği eşitsizlik. Bağımsızlıktan sonraki yaklaşık 60 yıl, adeta kaynakların boşa harcanmasıyla geçti. Siyaset, ekonomi, yurttaşlık, eğitim, kültür vb. her alanda yetersiz kalındı. Bu sorun, devamlı cerahat toplamaya devam ediyordu ve patlamak için fitili ateşleyecek birini bekliyordu. Ve sonunda Tunus’ta, Sidi Buzid’de 17 Aralık 2010 günü Bouazizi kendini de fitili de yaktı.
Sizce Arap Dünyası nereye doğru gidiyor? Demokratik bir gelecek mi, yeniden sömürgeleşen bir bölge mi?
Müslüman Dünya veya Müslüman “Güney”in halkı diyelim, bugün halkın gücüne dayanan iktidarı keşfetti. 2011’in başlarında Mısır ve Tunus’ta devrilenler gibi çürüyen ve yok olan rejimlerin yönetimi altında yaşadıkları pasiflikten ve yoksunluktan nefret etmeyi öğrendiler. Bir bakıma, bu İslam’ın zorunlu kıldığı bir şey... İslam, Müslümanlara bireyin ve toplumun gelişimini sağlayacak değişimin ve sivil direnişin aktörleri olmasını emreder. İslam, “iyiyi tembihlemek” ve “kötüyü ayıplamak” amaçlarıyla somutlaşan paylaşımcı ahlakın saklı olduğu bir dindir. Müslüman ve Arap devletlerinin, “iyiyi tembihlemek” gibi bir etik değerden faydalanarak, demokratik bir gelecek kurma potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Örneğin tiranlık, Kuran ayetlerinde ve Peygamber hadislerinde sıkça ayıplanır. İslam’daki umma wasat (dengeli toplum) arayışı, Arap ve Müslüman dünyasındaki demokratik geleceğin kurulmasında gerekli zemini oluşturabilir. Bu imkân, elbette ki, Müslüman ve Arap halklarının kendi aralarında ve diğer halklarla oluşturacakları birliktelik duygusuna ihtiyaç duyuyor. Araplar, kendi işlerine karışılmasını engellemek için, güçlü iş ahlakını, modern sistemlerin bilgisi aracılığıyla keşfetmeyi, yüksek eğitim kurumlarını, etkin yönetim sistemlerini, sürdürebilir gelişme vizyonunu ve İslam’ın tekrim (insanı soylulaştırma) değerini temel alarak kurulacak ve böylece erkek ve kadını olumlu değişimin merkezine koyacak sivil kültürü yerel ve küresel olarak oluşturmak zorundalar. Ancak böylesi çok katmanlı bir sistemin canlandırılması, başarılı hükümetlerin ve adil iktidarların devamını sağlar.
Tunus’taki devrim, neredeyse hiç kan dökülmeden gerçekleşti ve demokrasi yolunda sağlam adımlarla ilerliyor. Sizce Tunus’taki devrim, bölgedeki diğer devrim ve ayaklanmalara örnek olabilir mi?
Tunus’taki demokratik yapı biraz daha farklı ve bölgede sadece Türkiye ve Mısır’da örneklerini bulabileceğiniz oldukça güçlü kurumlara sahip. Yani devlet olma, yüzlerce yıldır devam eden bir gelenek… Ayrıca Tunus, 1800’lerin ortasında Tunuslu Hayrettin Paşa’nın Müslüman dünyada ilk olarak başlattığı reformlar tarihine sahip. Tunus, Arap Dünyası’nın en köklü ve en eski işçi hareketine sahip ve 1980’ler boyunca iyi organize olmuş bir sivil toplumu var. Ayrıca 80’lerde Arap Dünyası’nın ilk insan hakları birliği burada oluşturuldu, siyasi partiler burada kuruldu, Tunus İşçiler Birliği Federasyonu (UGTT) iyice güçlenerek, adeta ülkenin ikinci iktidarı haline geldi. Türkiye’deki gibi Tunus’ta da, kadınlar tarih boyunca görünür oldular ve göçmen işçiler aracılığıyla Avrupa’yla kurulan bağlantı, büyük sosyal değişimlere zemin hazırladı. Tüm bunlara, sağlam bir eğitim sistemi ve Facebook, Twitter ve diğer iletişim sistemleri gibi yeni teknolojilere genel olarak aşina genç nüfusu eklemeliyiz. Tüm Arap ülkeleri reformlarına bu kazanımlara sahip başlayamıyor. Yine de bence, Tunuslular Arap Baharı’nı başlatan ülke olmakla gurur duysalar da, hiçbir ülkeye örnek olma iddiasında olamazlar. Sadece deneyimlerinden iyi veya kötü anlamda çıkarılabilecek dersler var. Çünkü Tunus’un da reform ve demokratikleşme yolunda öğreneceği ve deneyimleyeceği çok şey var. Hiçbir ülke, bir diğerine “herkese uyan bir model” öneremez, çünkü öyle bir model yok. Fakat diğerlerinden öğrenme tevazusu ve fikirleri alma ve uyarlama esnekliği, küreselleşen dünyada esas işe yarayan kavramlar.
Mısır’da seçimleri büyük olasılıkla Müslüman Kardeşler ve Selefiler kazanacaklar. Diğer taraftansa, özellikle gençler orduya karşı direnişe devam ediyor. Sizce Mısır’da İslamcılar orduyla işbirliği yaparak “devrimi çalacaklar” mı, yoksa sistemi sivilleştirecekler mi?
Mısır’da Müslüman Kardeşler (MK) ile ordu arasındaki ilişkinin şiddetli ve uzun bir tarihi var. Bu miras, ikisi arasında tam bir ittifak kurulmasını engelleyecektir. MK, devlete meydan okumaktan kaçındığından, Yüksek Askeri Kurul’la (YAK) ters düşmek istemeyecektir. Fakat MK, Mısır’ın içinde bulunduğu durumun akışkanlığını dikkate alıyor ve bir yandan orduyu reformlardan uzak tutmaya çalışırken, bir yandan da orduyu yeniden şekillendirerek gücünü sınırlamaya çalışıyor. Ayrıca kimsenin devrimi “çalamayacağını” düşünüyorum. Arap halkları artık korku duvarını yıktı ve popüler mücadeleler, Ortadoğu siyasetinin değişmez parçası olmaya devam edecekler. Mısır Ordusu da, Türkiye deneyiminde olduğu gibi, kaçınılmaz olarak, kendi çıkarları korumaya çalışacak ve ulusun ve anayasanın bekçiliği statüsünü sürdürmek isteyecektir. Bu yüzden, yapılacak olan Mısır Anayasası, ordunun sivilleşmesi konusunda ısrarcı olmalı ve ordu bütçesini sivil denetime, yasal uygulamalara ve süreçlere açık tutmalıdır. “Derin devlet” oluşumuna sebep olacak her şeyden kaçınılmalı. Bu bağlamda, Türkiye’deki ordu deneyimindeki sorunlardan çıkarılacak birçok ders var. Hiçbir kurum, anayasanın getirdiği sınırların üzerine çıkarak faaliyet gösterememeli. MK’nin hareket tarzı da gelecek aylarda bu yönde gelişebilir. MK, kademeli reformlar öngörüyor ve bence bu yaklaşım, ordunun anayasal değişime müdahale etmesine engel olacak. Orduyla geliştirilen ilişki de bu duruma mahsus ve geçiş dönemi boyunca gerekli bir hamle. Aynı zamanda, bu tavır, yüksek ve orta rütbeli subayların reformlar, demokratik dönüşüm ve sivil-asker ilişkisinin geleceği konularında ne düşündüklerini görmelerini sağlıyor.
Suriye’ye karşı uygulanan yaptırımlar, Esad’ı şiddet kullanmaktan alıkoyamadı. Suriye’deki kördüğüm, Libya’daki gibi bir uluslararası destek olmadan çözülebilir mi?
Ben yaptırımların rejimi zayıflatacağını ve rejimin meşruiyetini ve popülerliğini zedeleyeceğini düşünüyorum. Ayrıca, bu yaptırımlar rejimi, sonunda düşüşüne sebep olacak uzlaşmaya yanaşması için zorlayacaktır. Saddam Hüseyin’in Irak’ı ve Güney Afrika’daki Apartheid rejimi bu açıdan çok öğretici. Aynı zamanda, bu yaptırımlar, Suriye halkına özgürlük mücadelesinde yalnız olmadığını ifade eden bir psikolojik destek niteliğinde ve Suriye rejimine, uluslararası kamuoyunun reformlar konusunda ciddi olduğu mesajını veriyor. Anlaşmazlığın, ister yasallığını yitiren Esad rejimi tarafından, ister Esad’ın ordusundan kaçarak muhaliflere sığınan gruplar tarafından askerileştirilmesi, hiçbir işe yaramayacaktır. Şiddet, şiddeti doğurur. Zaten bir bakıma, bu Suriye rejiminin şiddet kullanımını haklı çıkarmak için istediği bir şey. Aralık ayında, Şam’daki istihbarat bürolarına yerleştirilen bombalar da, bu istenerek yapılmıştı. Suriye’nin ihtiyacı olan, Suriye rejiminin temsilcilerini halkla müzakere masasına oturtarak anlaşmalı bir değişime ikna edilmesidir. Bu, cesaret, vizyon ve Esad’ın iktidardan çekilmesini, demokratik seçimleri, yeni bir anayasayı ve çoğulcu bir iktidar paylaşımı öngören bir reform takvimini gerektiriyor. Elbette ki, top rejimin ayağında ama bu, muhaliflerin bu anlaşmazlığı bitirmek için hamle yapmaları zorunluluğu olmadığı anlamına gelmiyor. Sadece sokak gösterileri ve karşı şiddet, rejimin sonunu getiremeyecek. Muhalefet, olasılıklar sanatı olarak siyaseti de kullanmalı ve önceliklerini ve dönüşüm planını ortaya koymalı. Bu öncelikler çerçevesinde, “en önemli olan nedir?” sorusu sorulmalı: Esad’ı cezalandırmak mı, Suriye’yi Esadlardan kurtarmak mı? Eğer ikincisi daha önemliyse, rejimin, tüm yandaşlarıyla birlikte devrilmesinin yolları aranmalı. Daha sonra, yasal süreç çerçevesinde, Suriye halkına karşı vahşet uygulayanlar adalet karşısına getirilir. Eninde sonunda bu, Suriye halkının ve temsilcilerinin, yurtiçindeki ve yurtdışındaki muhalifler dâhil, en az müdahaleyle ele almaları gereken bir konu. Libya’daki gibi sivilleri korumak için müdahale edilmesi, Suriye için pek mümkün değil. Çünkü Suriyeli muhalifler bile böyle bir hamleye karşılar. Ayrıca Suriye’nin İsrail’le problemli olması, durumu daha karmaşık hale getiriyor. İran ve Hizbullah, müttefiklerine destek vermek için hazırlar. Fakat İranlılar bazı noktalarda desteklerini çekmeye başladılar, çünkü Esad’ın günlerinin sayılı olduğunu öngörecek kadar pragmatikler. Fakat o gün daha gelmedi. İran, Türkiye ve Arapların yatırımlarını geri çekmeleri, rejimin düşüşünü hızlandırabilir. Halep ve Şam’daki iş insanları, kendilerinin zarar gördüklerini ve rejimin artık kendilerine fayda getirmeyeceğini anlıyorlar, daha sonra iki şehrinde meydanları protestocularla dolacak ve sonunda Esadların yıkılışı buralarda gerçekleşecek. 1980’lerde Rıfat ile Hafız Esad arasında vuku bulan anlaşmazlık, bu kez Beşar ve Mahir kardeşler arasında yaşanırsa, Nusayri toplumuyla Esadlar arasında görünüşte var olan birlik de parçalanacaktır. Bu da, 10 aylık isyanın daha hızlı sonuca ulaşmasını sağlayacaktır.
Bölgede böyle gelişmeler yaşanırken, İran nispeten sessiz kalıyor. İran’ın bu suskunluğu, devrim hareketinin ülkeye sıçramasından korkmasından mı kaynaklanıyor?
İran’ın kendine özgü sorunları var. Rejimin meşruluğu ve yasallığı sallantıda. Ahmedinejad, alıştığımız Ahmedinejad’dan daha zayıf halde artık. Hamaney’in desteği, önceki yıllardaki gibi arkasında değil. Batı medyası tarafından çokça kullanılan son seçimdeki fiyasko, İmam Humeyni’nin mirası olan İslam Devrimi’ni emanet edebilecek güçlü liderler arayan sözde muhafazakâr kampta bile yenilmişlik duygusu yarattı. İran’da Arap Baharı’nın yayılma gücü şimdilik sınırlı. Fakat gelecek seçim, Humeyni’nin tüm mirası ve onun üzerinde temellenen yapı için turnusol testi olacak. Şüphesiz, İran’ın kendi “baharı”nın imkânları da ortaya çıkacak. Tabii ki, psikolojik olarak, İranlılar ABD ve İsrail’den gelebilecek bir savaş tehdidinden, Arap Baharı’nın yayılmasından daha fazla endişe ediyorlar. Bu yüzden, İran şimdilik Suriye gibi bir müttefikini kaybetmeyi göze alamaz. Suriye, İran’ın Lübnan ve daha önemlisi Irak’a kadar genişleyen etki sahasının geçiş kapısı. İran, jeostratejik ve hatta mezhepsel sebeplerden ötürü, bu iki “bağımlı” devletin komşusu olmayı tercih ediyor. Bu da, İran’ın hem finansal olarak, hem de El Sadr’ın Mehdi Ordusu’na silah satarak Irak’ı sürekli desteklemesini açıklıyor. İran, büyük güç siyasetinde ustadır. Örneğin, Lübnan’da ve Suriye’de yaptığına benzer bir şekilde mümkün olduğunca Bahreyn’deki Şiileri destekleyerek uyguladığı psikolojik savaşla, Suudi Arabistan’ı her daim “tetikte” tutabiliyor. Bu yüzden, İran herhangi bir bölgesel gücün veya ABD dâhil bir süper gücün kolayca yutabileceği bir lokma değil. Karmaşık ve yanıltıcı bir siyaset güder, her zaman oyuna ilk girendir ve tüm sonuçlara hazırlıklıdır. Tampon bölgeleri ve ittifaklarıyla güvenli bir ağ içinde olduğundan, kolay kolay sarsılabilecek bir ülke değil.
Türkiye’nin “model ülke” olarak lanse edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce Türkiye böyle büyük bir dönüşüme model olabilecek yeterliliğe sahip mi?
Yukarıda belirttiğim gibi, hiçbir ülke bir diğerine model olamaz; ancak deneyimlerinden dersler çıkarılabilir. Elbette ki, Arap Baharı’yla birlikte yeni yeni ortaya çıkan demokrasilerin Türkiye modelinden öğrenecekleri çok şey olabilir. Bazı açılardan, AKP modeli uygulanabilecek ve hatta özenilecek kadar değerli. AKP, İslamcı hareketlerin daha yeni ele aldıkları ve çözümden uzak göründükleri sorunları çözmüş durumda: Batı’yla ilişkiler, sekülarizmle ilişkiler ve kadınlarla ilişkiler. Ayrıca, Batı’yla ilişkilerini iyi kullanarak, ticari olarak küçük ve orta ölçekte işletmelere teknoloji aktarımının gerçekleşmesi de sağlandı. Türkiye modelinin başarısının bir anahtarı da buydu. Fakat örneğin, sivil-ordu ilişkileri açısından, Türkiye siyaseti çok kötü bir performans gösterdi. AKP iktidarının etkin çalışması sayesinde, şu anda belirli bir aşamaya kadar reformlar gerçekleşmiş durumda. Ama bu nokta bile demokratik dönüşüm için çok yetersiz. Yine de Türkiye’nin demokratik dönüşümüne sadece olumlu olarak bakılmamalı, olumsuzluklardan ders çıkarmak için göz önünde tutulmalı.
Orta Doğu geri dönüşü olmayan bir değişim içindeyken, bu coğrafyadaki Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer “ötekiler” bu değişimden nasıl etkilenecek?
Yeni cumhuriyetlerin kuruluşunun temelinde, vatandaşlık değerleri olacak. Bu yapılar, evrensel hakları herkese vermek zorunda. Bu bağlamda, İslam’ın mirası çok zengin ve dünyadaki gelişmenin bir ön şartı olan sosyo-politik uyumu sağlamak için yeniden düşünülmeli ve yeniden keşfedilmeli. Vatandaşlığın evrensel haklarını kutsayan demokratik kurumlar var olduğu sürece, çeşitlilikten korkmamak gerekir. Arap ve Müslüman dünyasının bu konuda başarılı olması için, Amerikan ve İngiliz toplumunun yaptığını yapması gerekir: etnik ve kültürel çeşitliliğe saygı duymak. Elbette ki hepsi olmasa da, bu ülkelerdeki göçmenlerin çoğu, bu ülkenin vatandaşı olmaktan gurur duyan, farklı olduğunu hisseden ve eşit medeni ve siyasi hakları sahip oldukları toplumların yararına çalışan insanlar. Çeşitliliğin Kuran’da da övüldüğünü de eklemem gerekir. Halklar, “bir diğerini tanımak” ve ortak bir diyalog köprüsü kurmak için yaratılmıştır. Bu yüzden, demokratik kurumların var olması koşuluyla, İslamcıların siyasete dâhil olması kimseyi çeşitlilik açısından korkutmamalı.
Fas’ta ve Türkiye’de seçimleri AKP’lerin kazanması, Tunus’ta Nahda’nın ve Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Selefilerin zaferleri, İslamcılığın yükselişi tartışmalarını alevlendirdi. Sizce bu başarılar, İslamcılığın yükselişi mi, yoksa seküler dünyanın içinde İslamcılığın yeniden üretilmesi mi?
Bu sürekli değişen bir fenomen. İslamcılık değişkendir. Onun güçleri de çeşitlidir. Sömürgeciliğe başkaldırı hareketi olarak doğan İslamcılıkla, modernleşme veya seküler siyasete karşı gelişen İslamcılık aynı değildir. Bugünkü İslamcılık kendini, seküler ve liberal güçlere karşı savaşarak değil, onlarla birlikte otoriterlik karşıtı mücadele bağlamında siyasi temsille ifade ediyor. Bugün kimse kendi başına siyaset yapamaz. Bu, AKP’nin, Müslüman Kardeşler’in ve hatta Selefiler’in İslamcılığının bir öğrenme fırsatı sağladığı anlamına geliyor. Ayrıca diğer ideolojilerde de olduğu gibi, sonsuz iyi veya sonsuz kötü İslamcı yoktur. Fakat şunu söylemem gerekir ki, İslamcılık bugün daha çok başarıya odaklanmalı ve “ahlaki” meseleleri özel alana bırakmalıdır. Ahlak, vatandaşlar eşit şartlara sahip oldukları zaman ve kendilerini özel ve üretken hissettikleri, tüm kaynaklara sahip ve yönetimde söz sahibi oldukları, yaratan, işleyen ve tüm insanlığın yararına bir akla katkı sunan bir ülkeye ait olmaktan dolayı kendilerine güven duydukları yerde işe yarar. İnsanlar, arkada olmaktan çok rahatsızlar ve İslamcılık bunu ne sadece çok çalışarak ve akılla değiştirebilirler, ne de ahlaki vaazlarla… AKP’nin bu açıdan izlediği yol çok etkileyiciydi. Belediyeler aracılığıyla, küçük ve orta ölçekli işletmelerin gelişmesini sağladılar. Yaratıcılığa öncülük eden bu eylemler, İslam’da amel diye adlandırılır. Fakat amellerin gerçekleşebilmesi için, şura, yani demokrasi veya iyi bir yönetişim gereklidir. İslamcılar da bu şekilde iş görmeliler ve bunu başarılı bir yönetimle tamamlamalılar. Sağlam bir sosyo-ekonomik performans ve istihdam yaratılmasını sağlamayacak içi boş ideolojik ve felsefi mücadelelerden kaçınmalılar. Bana göre, İslamcılık çağı veya liberalizm çağı diye ayrımlar yok. Eğer o çağda, İslamcılık somut bir üretkenlik ve yaratıcılık sağlayabiliyorsa, o öne çıkar. Belki de ihtiyaç duyulan böylesi akıllı bir İslamcılıktır.
Time dergisinden Bobby Ghosh, Müslümanların sekülerlerden daha iyi demokratlar olduğunu yazdı. Siz bu fikre katılıyor musunuz?
Tüm İslamcılar değil. İslamcılar tek vücut değiller, aynı da değiller. İslamcı bir hareketi bırakın, bir İslamcı bile farklı düşünce akımlarını doğru bulabilir. İslamcı örgütler, çeşitli görüşlere sahip cepheler gibidir. Fakat sosyal aktivizmde, belirli temel kuralları takip ederler: kısa vadede kazanç için değil, uzun vadede kazanç için kamu hizmetine kendini adama ve dürüstlük. Pragmatiktirler ve en marazi düşmanlarıyla bile uzlaşı sağlayabilirler. Hıristiyanlar ve sekülerlerden dahi oy alabilirler ve ittifak kurma konusunda mahirdirler. Özellikle Arap Dünyası’ndaki sekülerlerse, yaklaşık 50 yıldır devletin tepesindeler veya muhalefete hakimler, buna rağmen ortaya bir program veya vizyon koymada hiç başarılı olamadılar. Bu yüzden, bugün sıfırdan başlamak zorundalar. İslamcılar ise on yıllardır, çoğunlukla devlet düşmanı olarak siyaset yapmakta. Fakat hiçbir zaman kamusal alandan vazgeçmediler, bastırılsalar bile. Bu yüzden, şu anda onlara güveniliyor ve onlar da demokratik dönüşümün kendilerinin yararına gerçekleşeceğinin farkındalar. Popülerler ve aynı çevreden geldikleri Müslümanların geleneksel ilkeleriyle kavga etmiyorlar. Başka bir deyişle, İslamcılar kendi sahalarında oynuyorlar ve insanların eğilimlerinin tercümanı oluyorlar. Diğer taraftan, sekülerler halkın inançları ve ilkeleriyle çatışma halinde. Topluma uygulamak için dışarıdan model ithal ediyorlar. Aynı zamanda, Irak’ta Ahmed Çelebi örneğinde olduğu gibi sekülerler iktidarda kalmak için diktatörlükle veya dış güçlerle ittifak kurmaktan imtina etmiyorlar. Ayrıca, bu coğrafyadaki sekülerlik iddiası tüm önceki rejimler tarafından kullanıldığı için kötü bir şöhrete sahipler. Fakat şunu da eklemeliyim ki, İslamcıların da sekülerliğin çok uzağında olduklarını düşünmüyorum.
Sizce Arap Baharı, dünyadaki diğer direniş hareketlerini etkileyebilir mi? Dünyanın değişmesi için nirengi noktası olabilecek mi?
Arap Baharı ile dünyadaki diğer mücadelelerin adaletsizliğe, tiranlığa, yönetenlerin veya hegemonik sistemlerin sömürüsüne ve marjinalleştirmesine karşı olmak gibi bir ortak zemini var. Moskova’nın Kızıl Meydanı’ndan, Wall Street’e, Arap Baharı’nın ilhamının alametleri şimdiden görünür oldu bile. Politikayı ve hatta demokrasinin kendisini bile yeniden şekillendiren devrimci bir ahlak doğuyor. Güneş Kapısı Meydanı’ndan Sidi Buzid’e, insanlar halkın gücüyle ve sosyal adalet için mücadelelerle siyaseti şekillendiriyorlar. İnsanların belirli dönemlerde oy kullandıkları ve seçimler arasında siyaseti unuttukları çağ artık bitti. Zaman, bireyliğin ve halkların zamanı…