Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos'un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı 'Lensler konuşabilseydi' başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Çocukluğumdan beri yağmuru hep sevmişimdir. Ama öyle, damlaları insanın yüzüne iğne gibi batan çiselemeyi değil, gerçek yağmuru. Rüzgârsız havada, bardaktan boşanırcasına yağan yağmura bayılırım. Sağanak altında yürümek insanı canlandırır, tazeler. Şemsiyelerle pek aram yoktur. Yağmura yakalanıp sırılsıklam olmuşluğum çoktur; her seferinde keyif vermiştir bu durum bana. Hele su birikintileri… Çocukken, o çamurlu suların içinde zıplamayı ne çok sevdiğimi anlatamam. Kamışlı’nın yağmuru da yağmurdu – şiddetli gök gürültüleri, müthiş şimşekler, ardından beliren gökkuşakları… Sonbaharda hemen her öğleden sonra yağardı. Okul çıkışında, eve giden o uzun yol boyunca gördüğüm her su birikintisine atlar, her tarafa su sıçratırdım. Eve vardığımda, her defasında ıslak kıyafetlerimi çıkarıp bana kuru kıyafetler giydirmenin annem için ne kadar büyük bir zahmet olduğunu anlayamayacak kadar küçüktüm henüz. Çocukken, düşünceli davranmak gibi bir zorunluluğu olmuyor insanın. Çocukluktan sonra işler değişiyor tabii; başkalarına sıkıntı vermeme kaygısını bol bol yaşıyorsunuz.
Çocukluk yıllarımdan öyle çok anım var ki yağmurla ilgili… İlk kez gök gürültüsü duyduğumda, korkudan annemin kucağına gizlenmiştim. Bir daha da korkmadım gök gürültüsünden. Bu sesi Gurgur Baba’nın, çocuklar uslu dursun diye çıkardığını o zaman öğrenmiştim. Sağanak yağmur yağarken güneş açmasının, şeytanın karısını dövdüğü anlamına geldiğini de. Bir gün okul çıkışı, en sevdiğim kuzenim Dzovig’le birlikte, sırılsıklam hâlde büyükannemin evine gitmiştik. Yıllık kavurma hazırlanıyor, avluda büyük çömlek kap fokur fokur kaynıyordu. O gün orada pişen kavurmanın kokusu hâlâ burnumdadır. Aynı gün amcam, kuzenime ve bana çömleğin yanında Twist dansı yaptırarak fotoğrafımızı çekmişti. Kocaman güldüğüm o fotoğrafın bir kopyası durur hâlâ bende.
Sinemayı çok sever, haftada birkaç kez çıkıp şehirdeki üç salondan birine gider, ne denk gelirse izlerdim. ‘Zorba’ filmini yağmurlu bir günde izlemiştim. Komşumuzun oğlu bahsetmişti bu filmden. Filmi izlemek için, annemin tüm itirazlarına rağmen, şiddetli yağmur altında yarım saat yürümüştüm. Filmin bir sahnesinde de yağmur yağıyordu.
Yağmurla ilgili anılar bitmez. Babamdan yediğim ilk ve tek tokadın müsebbibi de yağmurdur. Tarlabaşı’nda yağmurda koşup oynayan çocukları gördüğüm o gün, o sert tokadın acısını yanağımda tekrar hissettim. Yağmurlu bir öğleden sonraydı. Okul dağıldığında, herkes çantalarını kafalarının üstünde tutarak koşar adım evinin yolunu tutarken, kuzenim Dzovig ve ben birbirimize şöyle bir bakıp anlaşıvermiştik – böyle bir fırsatı kaçırmak olmazdı. Kıkırdayarak, atmıştık kendimizi yağmurun altına. Yavaş yavaş, yolumuzu uzatarak yürüdüğümüzden, eve dönmemiz bir saati bulmuştu. Neşe içinde bağırıyor, komik şarkılar söylüyor, çatıda biriken yağmur suyunun boşaldığı olukların altında duruyorduk. Su, musluktan akar gibi göğsümüze çarpıp sıçrasın diye kafalarımızı geriye atıp göğüslerimizi yukarı kaldırıyorduk. Okul önlüklerimiz sırılsıklam olmuştu, iliklerimize kadar ıslanmıştık. Ama iki kafadar, öyle mutluyduk ki... Dönüşte, bizim evin önünde babamın arabasını görünce beni kötü bir şeylerin beklediğini anlamıştım. Babam normalde o saatte işte olurdu çünkü. Kapıyı çaldım, babam açtı ve “Neredeydin ulan, köpoğlu köpek!” diye bağırarak, yüzüme okkalı bir tokat indirdi. Öfkesi gözlerinden fışkırıyordu. Yağmur şiddetlenince işten erken çıkmış, eve dönerken ıslanmayayım diye beni almak için okula uğramış. Bense erken çıkmıştım. Nereden bileyim beni almaya geleceğini… O eğlenceyi burnumdan getirmişti. Ama yediğim o dayak geçti gitti. Aradan bunca yıl geçti; hâlâ, çocukluğumun en mutlu zamanlarından biri olarak hatırlıyorum o öğleden sonrayı. Ağzıma şıp şıp düşen yağmur damlalarının tadını hâlâ alıyorum, yüreğimde de tatlı bir gıdıklanma hissi…
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz