PAKRAT ESTUKYAN

Pakrat Estukyan

Մենք ու մերոնք - BİZ VE BİZİMKİLER

Lozan'dan sonra ne oldu?

Dönemin terminolojisi ile ekalliyet olarak tanımlanan dinsel azınlıklar için tanındığı söylenen hakların kısa bir sürede kullanılmaz hale geleceğini hem İsmet Paşa, hem de Lord Curzon çok iyi bilmekteydi. Nitekim ilerleyen yıllarda 1934 Trakya Pogromu ile Yahudiler, İmroz ve Tenesos operasyonuyla adalı Rumlar, sistematik yıldırma politikalarıyla Sivas, Yozgat, Malatya, Tokat, Diyarbakır Ermenileri, Mardin ve çevre illeri kapsayan TurAbdin Süryanileri anayurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar.

Türkiye Cumhuriyet’inin kurucu ideolojisinin etkin olduğu yıllar boyunca asla tartışılmayan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması, AKP iktidarı yıllarında ciddi tartışmalara konu edildi.

Tarihi çarpıtma konusunda sicili bir hayli kabarık olan şoven ve yobaz çevreler, son yıllarda Lozan’ın bir teslimiyet anlaşması olduğunu sürekli bir şekilde gündeme getirdiler. Yeni Osmanlıcı akıl, imparatorluğun zaten I. Dünya Savaşı sonrası fiilen çözüldüğünü göz ardı ederek, Osmanlı’nın yıkılışını Lozan Antlaşması’na mâl etmeye çalıştı. Bununla da yetinmeyerek bir dizi dezenformatik iddiayı da ciddi bir şekilde ortaya attı. Bu iddialara göre Lozan Antlaşması, 100 yıllık bir süre için imzalanmıştı ve bu yıl itibarıyla yürürlükten kalkmış olacaktı. Dahası, Türkiye, Lozan şartlarından ötürü işletemediği bor yataklarını ve diğer yeraltı zenginliklerini işletmeye başlayacak, ülke bir kalkınma seferberliği yaşayacaktı.

Sağın fantezileri sınır tanımıyor. Lozan geçerliliğini yitirince Misak-ı Milli kavramı de gerçek sınırlarına çekilecek, Musul ve Kerkük üzerinde hak iddia etmenin yolu açılacaktı. Bilindiği gibi Musul ve Kerkük demek, milliyetçi çevreler için petrol geliri demektir.

Bütün bir Kuzey Afrika’yı, Orta Doğu’yu ve Balkan yarımadasını ecdad yadigârı ya da Osmanlı bakiyesi gibi sıfatlarla anan faşist ideoloji, imparatorluklar tarihinin kapandığını bir türlü sindiremiyor. Bu çarpık zihniyete göre Avrupa devletlerinin yayılma ve sömürgeleştirme siyaseti emperyalist bir işgal eylemiyken, Osmanlı’nın aynı siyaseti bir fetih hareketidir ve meşrudur. Ülkeleri işgal edilmiş halkların özgürlük mücadelesi ise ihanet ve nankörlük olarak açıklanır.

Ulusalcılar açısından Lozan tabii ki bir başarıdır. Çöken, çökerken de anayurdunda yaşayan halkların tasfiyesi sürecinde büyük suçlar işleyen İttihatçı akıl, Lozan Antlaşması’yla nihayet kurduğu ulus devlete meşruiyet sağlamış oldu. Bu kazanımın bir bedeli olacaktı ve yeni iktidar bu bedeli ödemeye çoktan razıydı.

İstenen sonuç elde edilmiş, projenin bir sonraki aşamasına geçmek için bir engel kalmamıştı.

Dönemin terminolojisi ile ekalliyet olarak tanımlanan dinsel azınlıklar için tanındığı söylenen hakların kısa bir sürede kullanılmaz hale geleceğini hem İsmet Paşa, hem de Lord Curzon çok iyi bilmekteydi. Nitekim ilerleyen yıllarda 1934 Trakya Pogromu ile Yahudiler, İmroz ve Tenesos operasyonuyla adalı Rumlar, sistematik yıldırma politikalarıyla Sivas, Yozgat, Malatya, Tokat, Diyarbakır Ermenileri, Mardin ve çevre illeri kapsayan TurAbdin Süryanileri anayurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar.

Ülkenin Müslüman azınlıkları ise halkları din esasına göre tanımlayan Lozan’da herhangi bir hak elde edememişlerdi. Onlar bugün de ‘azınlık’ tanımından, biraz da azınlıkların başına gelenleri bildikleri için ısrarla uzak durmaktalar. Ulus devletin inşa sürecinde, özellikle de 1915-1922 yıllarını kapsayan büyük suçlar döneminde iktidarla suç ortaklığı yapanlar, 1921 Anayasası’nda yer alan vaatlerin Lozan sonrası hazırlanan 1924 Anayasası’nda yer almadığını gördüler.

Bu aşamada ülkenin Müslüman halklarına dayatılan resmî görüş ‘Ne mutlu Türküm diyene’ özdeyişinde ifadesini bulmuştu. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu döneminde ağır vergi yükünden kurtulmak için ihtida eden Doğu Karadeniz halklarından Lazlar, Hemşinliler veya Gürcüler, cumhuriyet döneminde de Türkleşerek asimilasyon sürecini sürdürdüler. Bu düzene uyum sağlamayan Dersim’in Kızılbaş Zazaları ve bölge Ermenileri ise 1938 yılında ayrıntılarıyla tasarlanmış bir soykırıma uğradılar. 

Bu operasyon derin propaganda aygıtı tarafından uzun yıllar boyunca ‘gerici feodal bir ayaklanmanın bastırılması’ olarak sunuldu. Kolaycılığı ve faydacılığı en başından benimsemiş olan Türk solu ise bu resmî anlatıyı hiç sorgulamadan kabullenme yoluna gitti.

Bu arkaplandan bakıldığı zaman Lozan Antlaşması’nın 100. yılında sağın ve ulusalcı cephenin suskunluğu, buna karşılık Kürt özgürlük hareketinin konuyu hararetli bir şekilde gündeme taşımasını da doğal saymak gerekiyor. Kürt halkının bir asır önce ‘birlikte kan döktük’ diyerek sahiplendiği, kendisinin de suç ortaklığı yaptığı sürecin kazasız belasız atlatıldığı anlamı taşıyan Lozan, aslında onun da sonunu hazırlamıştı.

16 Temmuz’da Diyarbakır’da ‘Kadınlar Lozan’ı konuşuyor’ adlı çalıştayın ardından Şişli Belediyesi’nin düzenlediği konferans, 23 Temmuz’da Lozan’da geniş katılımlı panel ve HDK’nin 30 Temmuz’da düzenleyeceği konferansla devam ediyor.

Ermeniler de dâhil olmak üzere diğer halkların gündeminden düşen tarihsel adaletsizlik, etkileri ve sonuçları bağlamında halen güncelliğini koruyor.