3 Mart 1924’te M. Kemal Paşa laikliğin ilk adımı olarak şeyhülislamlığı kaldırdı ve yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliğini koydu. Fakat genel oy sonucu iktidarın İslamcı bir partiye ve kişiye geçebileceği 1924’te bu düzen kurulurken tabii ki düşünülmemişti.
“Ne diyon lan sen, düdük!”
Argomuzda düdük, kendi bilgisi ve yetkisi dışında konuşan ve/veya iş tutanlara yapıştırılan bir deyim. Derler ki düdük, çıkardığı sesi bizzat kendisinin çıkardığını sanırmış; sahibinin üflemesinden ileri geldiğini bilmezmiş.
Epey eski bi tarihsel geçmişi var.
***
Ortaçağ boyunca Devlet-Din ilişkileri açısından Batı Roma İmparatorluğu ile Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) arasında tam ters bir paralellik vardı.
Batı’da Kilise (yani resmî din kurumu) Devlet’e (yani devleti temsil eden siyasal iktidara) egemendi. Doğu’da ise Devlet Din’e egemendi. Yani Doğu’da, kral anlamında sezar ile dinî lider anlamında papa kelimelerinin birleşiminden türetilmiş bir terim olarak bugün sezaropapizm dediğimiz, dünyevi iktidarın dinî iktidara hükmetmesi sonucu her iki makamın aslında tek bir kişide (imparatorda) birleşmesine dayanan bir sistem vardı.
Sebebi: Batı’da Kilise (Katolik Papalık) en büyük feodal bey (toprak ağası) idi. Doğu’da ise kiliseler ve manastırlar dışında Kilise (Ortodoks Patrikliği) toprak sahibi değildi. Arkadaşım Prof. Niko Uzunoğlu söylüyor, imparatorlar Kilise mülklerini kamulaştırmışlardı; büyük topraklar Bizans tahtına birbirinin ardına geçen on iki kadar bürokratik ve askerî sülaleye aitti.
Bu sosyo-ekonomik düzenin sonucu olarak Batı’da papalar krallara hükmettiler, Bizans imparatorları da bugün “Fener” dediğimiz patrikliğe. Bu siyasal miras 1453’te Bizans bitince onu bitiren Osmanlı’ya intikal etti, Kasım 1922’de de Osmanlı bitince (saltanat kaldırılınca), kaldıran Türkiye Cumhuriyeti’ne.
Buna bağlı olarak söylemeden geçmeyelim; Osmanlı’da sanıldığının aksine dinî kurallarla yönetilen yani teokratik bir düzen yoktu. Sultan ister de şeyhülislam filanca hakkında idam fetvası vermezse azledilir, yenisi fetvayı derhal sunardı. İsterse sunmasın.
***
Osmanlı’daki gibi Devlet’in ilahi bir nesne olduğu görüşü Bizans’ta yoktu ama imparatorlar patrikleri hem içeride (tabaayı yönetmek için) hem de dışarıda (Balkanlardaki diğer Ortodoksları yani Slavları etkilemek için) istedikleri zaman ve biçimde öttürdükleri bir düdük olarak kullanırlardı. Aynı şekilde, Osmanlı sultanları da Şeyhülislamlığı.
Hatta Osmanlı’da, olay kullanmanın da ötesine geçti: Yetkilerini aşıp fazla konuştukları ve devlet yönetimine karıştıkları için Osmanlı’nın katlettiği en az üç şeyhülislam biliyoruz. Tabii, şeyhülislamlara verilebilen en ağır ceza sürgün olduğu için, önce azledip sonra katletmek şartıyla . Eh, ülkenin düzeni bozulmasın diye öz kardeş öldürtmenin Fatih fermanı gereği olduğu bir yerde bunu fazla yadırgamamak gerek.
***
Zamanımıza gelelim.
3 Mart 1924’te M. Kemal Paşa laikliğin ilk adımı olarak şeyhülislamlığı kaldırdı ve yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliğini koydu. Osmanlı’nın Bizans’tan müdevver (devredilmiş) düzenini aynen devam ettirmek, dinî makama istediğini yaptırmak ve istemediğini yaptırmamak için. Bu kadar basit.
Fakat zaman faktörü (en, boy, yükseklikten sonra) dördüncü boyuttur derler ya, genel oy sonucu iktidarın İslamcı bir partiye ve kişiye geçebileceği 1924’te bu düzen kurulurken tabii ki düşünülmemişti. Nitekim Erdoğan Nisan 2017’de anayasayı değiştirip hem CB hem AKP gn. bşk. olunca, Eylül 2017’de Diyanet’e Prof. Ali Erbaş’ı getirdi ve bu kurumu Cumhurbaşkanlığına yani kendine bağladı (Temmuz 2018).
***
Bu tarihten sonra atayan ile atanan arasında organik bir bağ oluştu. Çünkü birincisinin kimi ihtiyaçları artık vahim hale gelmişti: a) İçeride kararsızlar dağıtıldıktan sonra bile %30’a düşen oylarını dini kullanarak toparlamak; b) Afganistan dahil flört ettiği İslam ülkelerini etkilemek yoluyla dünyada görünür olmak ve bunu iç politikada kullanmak.
Özetle, dibe vurmaya başlayan iktidarının burnunu dinî söylemle su üstünde tutmak.
Ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı tarikiyle Bizans’tan intikal etmiş mekanizma harekete geçti. Diyanet, iktidarın emrine göre Allah’ı ve dini her vesileyle devreye sokmaya, her şeyi bunlarla izah etmeye koyuldu.
Kendini iyice kaptırmacasına: Allah’ı insanların başına felaket getirici pozisyonuna soktuğunun farkına bile varmadan. Depremleri tanrısını kızdırmış olmaya bağlayan mağara adamından 2 milyon yıl sonra, depremi Allah’ın müminleri uyarması olarak izah ederek: “Esasında deprem afeti bize hem dünya için hem de ahiret için bir uyarıda bulunuyor. Deprem, kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır”.
Görev heyecanı Erbaş’ı orada da bırakmadı. CB Erdoğan Ayasofya’yı mı açacak, minbere elinde kılıçla çıktı. Eğitimden mi bahsediliyor, kitap okumayı Allah’ın emri olarak ilan etti. Faiz haramdır ama bu TOKİ’den ev alırken kredi almaya uygulanmaz, dedi. Yükselen enflasyonu önlemek bağlamında “harama bulaşmayın” diye hutbe okuttu. Adli yılın açılışını (Yargıtay başkanına da el açtırarak) duayla yaptı.
Görev verilmişti. Duramadı. CB Erdoğan’ın sosyal medyayı kontrol projesine “hukuk yetersiz kalırsa fıkıh devreye girebilir” fetvasıyla destek çıktı . Üniversitelerde, öğrenci yurtlarında ve hastanelerde Kur’an kursları açılacağını ilan etti . Hemen ardından, bu kursların zorunlu eğitimden sayılmasını istedi . CB Erdoğan’ın gıda fiyatları isyanını bastırmaya çalışmasını “Fahiş fiyat hutbesi”yle destekledi .Hiçbir şeyhülislamın cesaret edemeyeceği kadar radikal davranıyordu çünkü atayan makamın tüm toplumsal ve kamusal alanların İslam’a göre düzenlendiği görünümüne ihtiyacı vardı. Şöyle dedi:
“Önderler olarak boş alan bırakmamamız lazım. ‘İnanç, sokakta olmasın insanın içinde olsun, insanla Allah arasında olsun, evine, ticaretine, siyasetine, adaletine, yargısına yansımasın’ [diyorlar]. İnançtan ayıklansın istiyorlar oraları adeta” . Kendini de önderler arasında sayıyordu…
CB Erdoğan’ın gittiği New York’ta Türk Evi’nin açılışını dev kırmızı-beyaz balonlar eşliğinde duayla vaftiz etmek de ona düştü .
Diyanet’in İslamcı Türkiye’ye son katkısı ise, pilot uygulama olarak seçildiği anlaşılan bazı liselerde ders saatlerini Cuma namazına göre düzenletmek ve iki lisede de cuma günü okul mikrofonundan ezan okutmak oldu .
Tabii ki, Ali Erbaş aferinini almış bulunuyor: CB onu makama yeniden beş yıllığına atadı.
Ve yine tabii ki, bu vaziyetin karikatürleşmesi de kaçınılmaz oldu. “Günaydın” meselesi gibi. Kabuklu deniz ürünü yeme yasağı ve kaldırılması gibi . Cübbeli’nin eşcinsellik artarsa gökten taş yağacağı , Erbakan’ın oğlunun ise “üç kulaklı beş gözlü yaratıklar” uyarıları gibi.
***
Diyanet başkanı tarih okumadığı için düdüğü iktidarın üflediğini anlamıyor. Sesi bizzat çıkardığını sanıyor.
Ama endişe etmesine gerek yok, zamanımızda önce azl ardından katl kalmadı şükür. Cumhurbaşkanı Erdoğan her ne kadar “Meclis karar versin, idam cezasını hemen onaylayacağım” demiş olsa da idam cezası Başbakan Erdoğan tarafından taa Mayıs 2004’te kaldırıldı.
Sadece, düdüğü üfleyenin değişmesi tehlikesi var. Torba dolduğu zaman.