Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması bütün dünyadaki Hıristiyan toplumlarda tepki yaratırken, Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar açısından durum daha da derin, hatta belki de travmatik boyutlarda seyrediyor.Ne tesadüf ki, Erbaş’ın minbere kılıçla çıkması Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kılıç artığı” sözlerinden birkaç hafta sonraya denk geldi. Hâl böyle olunca, manzara daha da, nasıl derler, ‘anlam’ kazanıyor.
Gelişme siyasetle çok ilgili olmayan, bu konulara pek karışmayan azınlık toplumu üyelerinde dahi, en diplomatik ifadeyle ‘kaygı verici’ bulunuyor. Bunu bir anketten yola çıkarak söylüyor değilim elbette, ancak bir aydır yaşanan tartışmalar, gelişmeler ve verilen mesajlar çerçevesinde yaptığım gözlemler, konuşmalar bana bu fikri veriyor.
Böyle olması da şaşırtıcı değil, zira Ayasofya hamlesi Türkiye’deki kiliselere saldırıların sıklaştığı, nefret söyleminin yine kendine zemin bulduğu, milliyetçi İslamcı atmosferin gitgide yoğunlaştığı bir ortamda cereyan ediyor.
Böyle bir ortamda alınan karar ve bu kararın ardından gelen, Ayasofya’daki ilk cuma namazı sonrasında sokaklara yansıyan tekbir sesleri, “hilafeti çağırma” önerileri sadece Türkiye’deki seküler kesimi değil, çok doğal olarak, azınlık hâline getirilmiş toplumları da huzursuz ediyor, korkutuyor ve rejimin gitgide İslamcı bir hâl alması “Nereye gidiyoruz?” sorusunu da beraberinde getiriyor.
Bu tablo içinde Ayasofya’daki ilk cuma namazında Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın hutbeyi okumak üzere minbere kılıçla çıkması, durumu daha da ‘kaygı verici’ hâle sokuyor.
Medyada, bunun bir gelenek olduğu, aslında kılıcın barışı simgelediği gibi yorumlar yapılsa da, olayın kendisi yoruma çok da yer bırakmıyor.
Zira sonuçta işaret edilen şey bir fetih. Daha doğrusu, Türkiye’de daha ‘nötr’ bir anlam içeren ‘fetih’ kullanılıyor ama aslında, bir ülkenin başka bir ülke tarafından ele geçirilmesi, dünyada ‘işgal’ olarak niteleniyor.
Oysa Türkiye uzun yıllar boyunca gerek Atatürkçü klasik devlet geleneğiyle, gerek İslamcı milliyetçi geleneğiyle, hep ‘fetih’ üzerinden açıkladı, hem İstanbul’un düşüşünü, hem de Bizans’ın yok edilişini.
Yani İslamcılar iktidarı ele geçirene kadar klasik devletin de ‘fetih’ kavramından bir şikâyeti yoktu, çünkü devlet geleneği bunun üzerine kurulmuştu. Sadece, Anadolu’nun ele geçirilmesine İslamcı bir ton yüklenmiyordu, o kadar.
Zamanı biraz ileri saralım şimdi. 19. yüzyıl sonlarına ve 20. yüzyıl başlarına geldiğimizde, Osmanlı topraklarındaki manzara değişti. İmparatorluk içindeki toplumlar özgürlük taleplerini dile getirdikçe devletin sert müdahalesiyle, yani kılıcıyla karşılaştılar. 1894-96 Ermeni katliamları, 1909 Adana Katliamı, 1913’lerde Ege’den Rumların kovulması, Ermeni, Süryani, Nasturi soykırımları, 1938 Dersim Soykırımı derken anlaşıldı ki, ‘kılıç’ aslında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devredilen bir ‘mesaj’dır.
Ve ne tesadüf ki, Erbaş’ın minbere kılıçla çıkması Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kılıç artığı” sözlerinden birkaç hafta sonraya denk geldi. Hâl böyle olunca, manzara daha da, nasıl derler, ‘anlam’ kazanıyor.
Türkiye’de devletin ‘gayri’ saydığı tüm topluluklar için kılıç, baskıyı, devlet şiddetini, sürgünü, katliamı çağrıştırır. Anadolu’yu yurt edinmiş tüm halkların bu ülkede özgür ve eşit biçimde yaşama özleminin önündeki engel ve simgedir o kılıç. Süryanilerin 1915’te yaşadıkları soykırıma Seyfo yani ‘kılıç’ demesi de boşuna değildir.
Ve hiç şüphesiz, bu devlet geleneğinin, katledilen, otoritenin zulmüne uğrayan halklar için, özellikle de Ermeniler için ‘kılıç artığı’ gibi aşağılayıcı bir tabir bulması da tesadüf değildir.
Dolayısıyla, milliyetçilikle beslenen İslamcı geleneğin sürekli ‘kılıç artığı’ ile ‘kılıç hakkı’ arasında bir yerlerde dolanması, hiç de öne sürüldüğü gibi barışçı bir mesaj olmuyor. Bu toprakların ve bu devletin ne üzerine kurulduğunu anlatıyor.
2020 yılına geldiğimizde, hâlâ 500 yıl öncesinin ‘kılıç’ metaforlarıyla mesajlar verilirken, ileriye yönelik bir perspektif için iyimser bir işaret bulmak mümkün olmuyor.