Açık Radyo’da Cumartesi sabahları yayınlanan Radyo Agos’ta 2019 yılının son programında, Beyoğlu ve Tünel’in 1950’lerine, 60’larına ve 70’lerine tanıklık eden iki ustayı, iki tatlı insanı ağırladık. Merujan Gevik ve Ara Teller. İkisi de kuyumculuk zanaatının güzel dönemlerine tanıklık etmiş isimler. Pakrat Estukyan ile birlikte gerçekleştirdiğimiz bu sohbette, eski zamanlara yolculuk ettik, mesleğin o güzel ustalarını hatırladık.
Merujan bey sizle başlayalım, sizin ilk ustanız kimdi? Kuyumculuğa nasıl ve kaç yaşında başladınız?
Merujan Gevik: Ben ilkokul mezunuyum, doğma büyüme Samatyalıyım. İlkokuldan sonra bir iş aramaya başladım. Kapalıçarşı’da, Pastırmacı Han’da bir tanıdık vasıtasıyla işe girmiştim.. Kasketlerin içine damga vururlardı, ben de onları dağıtırdım. Neyse, annem ve babam yaptığım işin kötü ve yetersiz olduğunu düşünüp beni Varakçı Han’da yaptığı küpelerle ün kazanmış bir kuyumcunun yanına verdiler. Kavafyan. Çok büyük insandı, ufkumuzu açardı. Keman çalardı, flüt çalardı. En sonunda orası da olmadı. Masis Torosyan isimli birisi vardı, o da, babası da kuyumcuydu. Çok iyi bir zanaatkardı kendisi. Onun yanında yaklaşık bir sene çalıştım. Kadıköy’de yaşıyordu. Kapalıçarşı içinde bir dükkanı vardı. Çarşıdaki dükkanlar da atölye gibiydi, küçüktü. Kendisi çalışırken bize çay getirmek, gelen müşterilerle ilgilenmek ve ustanın nişanlısı geldiği zaman dışarı çıkmak kalırdı.. Biz de haliyle camiye gidip top oynardık. Ama geç kalırdık, bizi aramaya başlarlardı. İki tokat da yerdik... Oradan çıkınca Beyoğlu’na gittik.
Asıl ustanız Beyoğlu’nda mıydı?
MG: Evet asıl Beyoğlu’nda başladım işe, Rum bir ustam vardı. İsmi Kosta Gıliços.
Terkos Han’daydı o. Terkos Han’da yangın çıkınca Rus Konsolosluğu’nun karşısındaki Ay-Han’a geldim ben.
Yangından sonra ustanızın yanında mı Ay-Han’a gittiniz yoksa kendiniz mi ayrıldınız?
MG: Ustamın yanında gittim. Daha çocuktum ben, askere gitmemiştim. Ondan sonra Kosta’nın yanındayken askere gittim. Geldiğimde yine onun yanına geldim. Kosta beni evladı gibi severdi. Cuma günleri elimden tutar Burgaz Ada’ya götürürdü beni. Pazartesi de geri getirirdi. Fakat, benim de yavaş yavaş elimden iş gelmeye başlıyordu. İyi de müşterileri vardı. Genelde Rum kökenlilerdi. Sadıkoğlu ailesi gibi değerli müşteriler de geliyordu. Bunların hepsi ustama Levon Saryan’dan kalmaydı. Bu yüzden Saryan, ustama düşman kesilmişti.
Ara Bey size dönelim şimdi. Siz nasıl bu işe girdiniz? Hangi ustaların yanında yetiştiniz?
Ara Teller: Ben 1955’te memleketim Sivas’tan İstanbul’a geldim. Bir baba dostu beni Kapalıçarşı’da Zincirli Han’da Balyan kardeşlerin, iki kardeşlerdi, Agop ve Ara Balyan’ın yanına verdi. Fakat, o sene yani 6-7 Eylül’de gerçekleşen olaylardan sonra ustalarım ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar ve Arjantin’e gittiler. Bu sırada beni hatır için Beyoğlu’nda büyük bir mağazaya verdiler, Saryan mağazası. Ana caddede, Santa-Maria Kilisesi’nin karşısında bir hükümet kuyumcusu. İstanbul’un varlıklı, kalburüstü kişileri için çalışırlardı. Armatörler ve büyük zenginler gelirdi. İsmet Paşa’nın iki oğlu da en büyük ahbaplarıydı, Ömer İnönü ve Erdal İnönü. İsmi Levon Saryan olmasına karşın piyasada Leon Saran olarak tanınmak istiyordu. Katolik bir Ermeni’ydi kendisi. Leon “İşte efendim!” derdi sürekli. Şakacı bir kişiliği vardı. Benim için “Bu gördüğünüz çocuk, Sivas’tan geldi. Benim yanımda çalışıyor. Yerine göre kahvemizi de yapıyor, işimize de koşuyor.” derdi. Rahmetli Ömer İnönü de, “Hadi Sivas’lı, bana bir kahve yap da senin ustalığını görelim.” derdi. O zaman bakır cezveler vardı. Yapardım. “Hakikaten, patronun dediği kadar sen bu işin kralıymışsın! Ben, Taksim’den şu kahveni içmek için, iki de laf etmek için geliyorum.” derdi. Daha kapıdan adımını atarken “Sivas’lı, benim kahvemi yap!” diye bağırırdı gülerek. Hala sesi kulaklarımda çınlıyor. Allah hepsine rahmet etsin.
Kuyumculuğu orada, Saryan’ın yanında mı öğrendiniz?
AT: Tabii, Saryan’ın yanında öğrendim. Ömer İnönü, Sivas’lı olduğum için bana “Bizim Maçka’da köşkümüz var, oraya iki tane Kangal köpeği lazım.” dedi. “Hiç merak etmeyin efendim, getiririm ben.” diye cevap verdim. Kalktım, gittim, iki tane yavru getirdim. Getirirken trende, yavrular sepetin içinde, sesleri geliyor. Kondüktör de “Ben burada köpek sesi duyuyorum, nerede?” diye sorarken mecbur kaldım sepetin içinde olduklarını söyledim. Korkmuyorum çünkü. Sahipleri önemli kişiler sonuçta. “İsmet Paşa’nın oğluna götürüyorum köpekleri” dedim. “İsterseniz, gar müdürlüğünde indiğimizde, karakolda konuşuruz.” dedim. O sırada tabii köpekleri alıp önde başka bir vagona götürdüler. Hakları sonuçta. İnince ben dükkana telefon açıp böyle bir durumla karşılaştığımı anlattım. Hemen oradan Ömer bey bir telefon açtı, “Köpekler benim ” dedi. “Tamam kardeşim, haklıymışsın.” dediler sepetimi verdiler ve gönderdiler beni.
Saryan, hem mağaza hem de atölye miydi?
AT: Evet, üstünde bir atölye vardı, koskocaman bir atölye. Çok büyük ustalar vardı. Yedi usta çalışırdı orada.
MG: Benim ustam, Kosta da oradan çıkmıştı.
AT: İsimleri, Aram Karan, Toros Torosyan, sizin ustanız Kosta, Levon Zekiyan’ın, ki şimdi Katolik Ermenilerin Ruhani Önderi’dir, onun babası Antuan Zekiyan... Hepsi Saryan’dan yetişmiş onların. Böylece, uzun bir müddet iş yaptık.
Merujan Bey, anladığım kadarıyla Kapalıçarşı ve Tünel-Beyoğlu, ayrı merkezler gibi işliyor. Nasıl oluştu bu durum?
MG: Şimdi, Kapalıçarşı ve Tünel birbirinden ayrıdır. Esnafların pazarıdır. Pazardır sonuç olarak. Beyoğlu bambaşkaydı o zamanlar. Eskiden beri Beyoğlu’nun müşterisi bir başkaydı. O zaman orada ilk Leon Saran ya da Saryan vardı. Ben de oraya geldim. Bana iş vermeye başladı. Devlete çalışırdı Leon. Sigara tabakaları yapardık, elli tane, yüz tane... Bunlardan milletvekillerine hediye ederlerdi. Celal Bayar diye yazı yazılırdı içine. Aşağı yukarı 200-300 gram gelirdi her bir kutu, 18 ayar olurdu. İçinde bir de Saran diye damgası olurdu. İran şahı ve karısı gelirdi. Şah Rıza Pehlevi, Menderes’le gelmişti ve gezmişlerdi. Onların hepsine mücevher yaparlardı. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil gelirdi. Telefon ederdi bazen “Saran, gel bak Yalova’dayız, briç oynayacağız.” diyerek çağırırdı. Saran’ın da alacağı vardı ondan. “Paramı gönderin ki geleyim” diyordu.. (Gülüşmeler) Saryanlar bir gün karı koca Yunanistan’a gideceklerdi çünkü baldızı orada yaşıyordu. Karısını bırakıyorlar, kendisini bırakmıyorlar. Saryan’ı ben bırakmış ve geri gelmiştim, Renault arabam vardı bir tane mavi çizgili. Bir baktım bir telefon, “Gel buraya, neredesin?”. Para kaçırıyorsun diye bahanelerle geri yollamışlar onu. O vaziyetle geri Saryan’ın dükkanına geldik. Haber geldi. Servetinin burada olduğunu hükümete kanıtlayıp bir yere götürmediğini ispatlaması gerekiyordu. Karaköy’de Maliye’nin binasına gittik, göstereceğiz orada. Saryan ama önceden torpili patlatmış. “Evet! Evet! Ne içersiniz?” diye soruyorlar bize. Kahve, çay ikram ettiler. Ertesi gün Saryan’ı havalimanına götürüp uçağa bindirdik.
Topu topu Yunanistan’a gidecek değil mi?
MG: Evet, gidip orayı gezdikten sonra geri geldiler.
Dolayısıyla şöyle anlıyorum: Leon Saran’ın dükkanı aslında bütün bu merkezleşmenin başlangıcıydı.
MG: Kesinlikle. Hepsi oradan çıkma. Franguli vardı mesela. Gitti sonra, Menderes’in zamanında bırakıp gitti. Birkaç kuyumcu vardı orada.
Franguli’yi soymuşlardı bir de galiba, doğru mu?
MG: Evet, ne yazık ki oluyor. Soygun işte. Girdiler tabancayla, korkutup değerli ne varsa aldılar. Büyük kuyumculardı onlar. Daha başkaları da vardı.
Ama, onun enteresan bir yöntemi olmuş. Onu da anlatabilir misin?
MG: Şöyle soydular: Hamalın bir tanesi büyükçe tahtalar, koltuklar taşıyor. İstiklal Caddesi’nde gidiyor, geliyor. Dinlenecekmiş gibi sırtındaki büyük tahta levhayı vitrine dayıyor. Vitrin kapanıyor. Oradan da içeri giriyorlar. Soyup götürüyorlar.
Ara Bey size bir sorum var. Siz mesleği nasıl öğrendiniz? Yeteneklisiniz ve hevesiniz de var ama zor meslek sonuçta. Ustalar sizi ufak tefek fırçaladılar mı? Nasıl öğrendiniz?
AT: Tabii, şimdi öyle bir meslek ki bu. İçinden gelecek. Bu mesleğe girdiğin zaman, herkes için aynıdır, hevesin olacak. Hevesliysen bu iş olur. Ben buna heves ettim ve hatta içimden dedim ki “Günün birinde en iyilerinden birisi olacağım.” Nitekim oldum da. Severek yaptığım için. Nitekim, burada ilk defa söylüyorum, Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Nadir Nadi’nin hanımı Paris’de bir broş görüyor. Broşun fiyatını soruyor. Acayip bir fiyat. “Benim İstanbul’da nice tanıdıklarım var, elbette daha hesaplısını yaptıracağım.” diyor. Hemen bir mecmuadan kesiyor resmini, geliyor İstanbul’a. Kapalıçarşı’da on tane atölyeye gidiyor. Hiçbiri onun tam istediğini yapamıyor. Çünkü onun bir özelliği var, tüyleri şakır şakır oynuyor. En sonunda, “Beyoğlu’nda Saran var” diyorlar. Hanım geliyor, zili çalıyor. Leon Saran, ustam Antuan ile beni aşağıya çağırıyor. “Hanımın bu broşunu kaç yere sormuşlar ama memnun kalmamışlar. Biz bunu yapabilir miyiz? Size bir gün izin. Düşünün taşının yanıt verin” dedi. Biz çıktık atölyeye. Ustamın tarifiyle oldu zaten bu iş. “Biz bu işi yapacağız.” diye haber gönderiyor ustam. Çünkü o broşun telleri, gövdesi, kuşu, tüyleri oynak olmalıydı. Gittim bedestene, çarşıya. Yine çarşı bizi kurtardı. Oradan ince, iki metre boyunda bir zincir aldık. Sadece yarım metresini kullandık ama mecbur, aldık zinciri. Bu zinciri irili ufaklı doğrayarak, keserek mumun üzerinde gövdeyi hazırladık. Tıpatıp resme göre yapıyoruz. Bir hafta sonra biz kuşun şeklini ortaya çıkardık. Hanım geldi, istediğinin tam olarak bu olduğunu söyledi. Bitişinin de böyle olmasını umut ediyordu. “Bir şartla.” dedi. “Oğlum, bu bir tane bende olacak İstanbul’da. Başka kimseye bir daha yapmayacaksınız. İstediğin parayı da alacaksın. Bu kuş bende olacak.” Aysel Hanım, hala ismi aklımda. Ben o zaman patronumdan 900 lira almıştım. Çok büyük para. Saryan verdi. Şaşılacak bir şey. Aysel Hanım da oradaydı. “Sen bana adresini versene oğlum.” dedi. Ben tabii çekindim söylemeye çünkü o ara Ay-Han’da atölyem vardı ama bir ayağım da Saryan’ın işlerindeydi. Bir de baktım, bir hafta sonra zarf içinde para ile geldi. “Saran’ın yanında onu küçültmek istemedim, sana 900 lira değil 9000 lira! Çünkü, senden bu lafı işiteceğim: Ben rahmetli olana kadar bu kuşu kimseye yapmayacaksın” dedi. Usulca “Yapmam efendim.” dedim. Zaten ben verdiğim sözde dururum. Ben ısrar edip zaten patronumdan para aldığımı söyledim. Beni reddetti ve bunun içinden geldiğini söyledi. “Ben gurur duyuyorum, zanaatkarlar bu ülkede yetişir. Zanaatkarlar Türkiye’de yetişir, dünyaya da dağılır.” diyordu. “Orada da başarılı olurlar.” Sanat bitti şimdi. Artık o yok.
Çıraklık döneminde haftalık kaçar lira alırdınız Merujan bey?
MG: Masis Toros’un yanında iki buçuk lira alıyordum ben. Haftalık iki buçuk lira.
O zaman için ne demekti bu para?
MG: Hiçbir şey değildi ancak çırak parası buydu işte. Orenk derlerdi. Yani kanun. Seneden seneye değişirdi. Elli kuruş artardı. Benim babam kalaycılık yapardı. Sekiz kişi bir eve bakardık biz. Kalaycılıkla o eve bakılırdı. Sonra ablalar da kendilerini toparlayıp eve yardımcı olmaya başladılar. Artık dükkana kalay alınacağı zaman ablam gider alırdı. Babam çok becerikli değildi. Çalışırdı sadece bu vaziyette. Bir gün babam beni kollamaya gelmiş. Ustama memnun olup olmadığını sordu benden. “Memnunum, memnunum. Herkes memnun” dedi. Sonra babam bir durdu, “Ben senden memnun değilim.” dedi. Haftalık iki buçuk nedir diye çıkıştı. Ustam da kendini haklı çıkarıyordu. “Bu iş böyledir.” diyordu. Kabul etti babam.
Kalfa olunca düzeldi mi en azından?
MG: Hayır, 5 lira alıyordum. 2 sene de öyle çalıştım. Kosta’nın yanına gidince bana cart diye haftalık 20 lira verdi. Dedim ki “Ulan! Bu ne güzel paraymış be!” Ama Beyoğlu’nda o. Bizi öyle yetiştirdiler işte. Paranın kıymeti vardı. Babam işe gidip gelebilmem için 25 kuruş verirdi bana her gün. Tramvay ile 10 kuruş gidiş, 10 kuruş da gelişti. Kalan 5 kuruş da ekmek parasıydı. Biz dükkana tramvaya asılarak giderdik, akşam gelirken yine tramvaya asılırdık. 25 kuruş eve geldiğimizde biterdi zaten. Böyle devirlerde yaşadık biz.
Siz de severek mi yaptınız mesleğinizi?
MG: Çok severek yaptım. Ustam Yunanistan’a gittikten sonra bütün iş bana kaldı. Saran’a çalışıyoruz biz yine, kutular yapılırdı. Siparişler gelirdi. Yunanistan kralı ve kraliçesi geldi. Konstantin geldi. Ona bir pudriyer yaptı ustamız, biz de zımparasını yapardık. Öyle öyle yetiştirdi bizi. Fahri Korutürk geldi. Reis-i Cumhur oldu. Üzerinde Celal Bayar yazan tabakaları sildirmedi. Hep öyle gitti onlar. Elli tane, yüz tane aldık Ankara’ya gidiyoruz. Kutuları yaptık. Saryan da eskiden beri gidermiş. Eskiden trenlerde büyük bir bölüm varmış, kalabalık bir aile gelirse oraya verirlermiş. Saryan da bunun gibi bir oda arıyor. Ne kadar böyle bir oda olmadığını söyleseler de itiraz ediyordu. Neyse, Ankara’da karşıladılar bizi. Başka siparişler de var orada. Teslim ettik kutuları. Bir kaç tane kutuyu da Fahri Korutürk için istediler. Biz yine aldık kutuları köşke gittik. İçeriye girince bizim geldiğimizi söylediler. Saryan’ı içeriye aldılar. Ben de dışarıda oturuyorum. Otur, otur… Yarım saat sonra içeriden bir subay geldi ve “Sizi içeriden istiyorlar.” dedi. “Eyvah!” dedim. Bir hata gördüler herhalde kutularda, Saryan da benim üzerime attı suçu diye düşündüm. Çıktık. Fahri Korutürk ayağa kalktı, “Ustacığım, tebrik ederim. Her şey güzel olmuş.” dedi.
Ara Bey, Ay-Han’da kim vardı, kim yoktu?
AT: Esas gelelim üniversiteye. Ay-Han, bir kuyumcu üniversitesiydi. Her çeşit kuyumcuya ait atölyeler vardı. Sadekar, mıhlayıcı, parlatıcı, cilacı… Her konuda vardı sonuç olarak. Rahmetli baban da (Yetvart Danzikyan’ın babası, Hrayr Danzikyan) üçüncü kattaydı. Benim yanımda Marko Yusuf vardı. Şimdi, kulakları çınlasın, Kanada’da Toronto’dalar. Atölye işletiyorlar yine. Bir yanımda da meşhur Alman Vili. O da iyi bir sadekardı. Koço’dan (Kostas) mezun olmuş iyi bir ustaydı ve piyasada gerçekten iyi mağazalara iş yapardı. Arto Günaydın vardı. Bir de, belki de dünyada eşi bulunmayan bir kişi çalışıyordu. Bu bahsettiğimiz Saran’ın kutularının üzerine motifleri yapan Hıristaki isminde Rum bir arkadaş. Kalemkar ve Osmanlı, Selçuklu eserlerinin, camilerinin en güzel desenlerini kutulara işliyordu. Bunu başka kimse yapamaz. El işiydi. Hükümet yine bunları gümüş yahut altın olarak yakın misafirlere hediye ediyordu. Çok değerli hediyeler olurdu bunlar. O da Yunanistan’a gitti. Çok büyük bir usta yetişmişti Türkiye’de. Meğerse dedesi de Galata’da ve Karaköy’de yaparmış bu işi. Sonra Beyoğlu’na geldi. Çok ayrı bir kalemkardı. Hıristaki’nin büyüklüğünü de hiç unutmam, biz atölye açacağımız zaman “Çocuklar hiç üzülmeyin.” dedi. Hemen gidip kasasından 100 gramlık bir altın külçe getirdi. “Ne zaman eliniz paraya ulaşırsa ödersiniz” deyip bize verdi. Unutulmayacak bir insandı. Kutucu Hraç da (Hraç Celalyan) çok ayrı bir insandı. İstanbul’da onun gibi bir iki tane insan da çarşıda varmış. Biz sadece Hraç ustayla büyüdük tabii. Yaptığı kutular çok meşhurdu. El işçiliği.. Gerdanlık için, bilezik için, broş için... En güzellini yapardı hep.
Anlıyorum ki Ay-Han 70’lerde en güzel zamanlarını yaşamış.
AT: Evet, şimdi öyle bir şey yok. Hepsi hazır hale döndü ürünlerin. El işçiliği yapan 5-10 kişi bile kalmadı. Eskiden bütün işler elden çıkardı. Bir maden eritilir, silindirde çekilir, ondan sonra usta onu alır, tezgahta onu çizer, şekil verirdi ve ürün ortaya çıkardı. Hep el işçiliğiydi.
Merujan Bey, siz de 70’lerde oradaydınız. Ne zamana kadar orada kaldınız?
MG: 40 yaşında Fransa’ya gittim ben, 10 sene orada kalıp 50 yaşımda geri geldim. 78’de gittim Fransa’ya.
Bu mesleğin yavaş yavaş sizin gibi ustalardan çıkıp fabrikasyona dönüştüğü su götürmez bir gerçek, durumun böyle olduğunu ne zaman anladınız?
MG: Bize iş verecek adam kalmadı bir süre sonra. Müşteriler de azalmaya başladı. Sadıkzadeler gelirdi. Kutuyu verirdi ustam, içi yüzük küpe dolu, akşam götürürdük evlerine ki hanımları, kızları beğenecek. Kutu boş geri gelirdi. Meraklısı vardı, anlayan vardı. Sıdıka hanım gelirdi. Narmanlı Han’ın sahiplerinden. Benim dükkanımda namaz kılardı resmen. Kendisinin seccadesi vardı. Ona yeni seccade aldım hatta.
Peki Merujan Bey, sizin aklınıza takılan, hatırladığınız o zamanın ustalarından kimler vardı? Kapalıçarşı’dan olsun, Ay-Han’dan olsun...
MG: Levon Çamiçyan vardı, Serviyan vardı. Kemal Gündoğdu vardı, müşterilerden. Asil insanlardı bunlar. Müslüman, gayrimüslim diye ayırmazlardı. İnsan diye bakarlardı. Kapalıçarşı’da Çuhacı Han’da Kahveci Avedis vardı. Cumartesi günleri para topluyordu. Sadekarların elinde para yok ki. Ceketi dükkana bırakıp gömlekle dışarı çıkarlardı. Çırak yarım saat sonra ceketi götürürdü sözleştikleri yere. Yani Kahveci’nin önünden geçerken “Daha çıkmıyorum” havası yaratırlardı.. Avedis pazartesi görse de istemezdi parayı, alışmışlardı cumartesi diye. Güzel bir yaşantı vardı. Parasını yemezdi kimse kimsenin. Parası var da vermemezlik yapmıyordu yani, parası olmadığı için böyleydi.
AT: Ben bir liste hazırladım, kim vardı kim yoktu, sayayım. Leon Saran, Azizyan, Mübarekyan, Aram Karan, Franguli, Mirican Tellalyan. Tellalyan Ağa Camii’nin karşısındaydı, çok genç rahmetli oldu. Sonra Hayk Köşe, İtimat Raşel, Sarı Koço, Sotiri, Todori, Yani Senaki ve kardeşi Yorgo Senaki.. Santa-Maria Hanı’nda çok iyi ustalar vardı. Yorgo Gliçer, Nisandros Vidalis ve kardeşi Niko Vidalis, Saran’ın yanında handa Niko Kuzudis, yakışıklı Rum bir çocuktu o da, bir de yukarıda Beyoğlu’nda hemen Atlas Sineması’na gelmeden bir handa Foti vardı. Zarmayr vardı sonra, özel müşterisi olan bir kuyumcuydu. Mayıs kuyumcusu vardı. İki kardeşlerdi, Agop ve Soğomon. Amerika’ya gitti onlar da. Agop vefat etti. Allah rahmet etsin. Paolis vardı. Saint Antoine’in yanında. Kocaman bir kuyumcu mağazasıydı orası, artık yerinde köfteci var. Son yaşlarında Amerika’ya gitti Paolis de. Meşhur bir cilacımız vardı, cilacı Hayk Alyanak. O da Şato Pasajı’nda çalışırdı. Güzel cila işleri yapardı. Keğam Nubar vardı. Cilacı Sarkis vardı. Ay-Han’da bir Sarkis daha vardı. Kayserili Mugrik vardı bir de, onun kardeşi. Mugrik biraz fare tipliydi ama akıllıydı, Boston’a gitti. Meşhur olmuş orada. Marko Yusuf , Tantana Sarkis, Kalemkar Hıristaki, Metin Taşçı, Ajda Pekkan’ın kuyumcusuydu Metin Taşçı, güzel işler yapardı kendisi. Aleko vardı, epey yaşlanmıştı ama kendi halinde çalışırdı. Yaldızcı Ara vardı. Amerikan Konsolosluğu’nun hemen karşısında. Oradaki sokakta yaldızcılık yapardı. Yukarıda Ağa Camii’ye doğru Seno bulunuyordu, o da güzel bir kuyumcuydu ve kendi tarzında iş yapardı.
Hemen hemen hepsi rahmetli olmuştur. Hepsinin ruhu şad olsun. Çok değerli ustalardı.
(Deşifre: Cem Sunay)