İngiltere seçimlerinin sonuçları hala tartışılıyor. İşçi Partisi'nin mağlubiyeti, Boris Johnson'ın zaferi tüm dünyada geniş yankı buldu. Gelişmeleri Birikim dergisi yazarı ve siyaset bilimci Ahmet İnsel ile konuştuk. İnsel, "2019 seçimleri 2016 halkoylamasının bir tür ikinci turu olarak yaşandı. Ve bu konuda İşçi Partisi yönetimi, Corbyn’in sağ kolu John McDonnell’ın açıkça kabul ettiği gibi, önemli bir hata yaptı. Seçimleri kazanırlarsa, Brexit konusunda ikinci bir halkoylaması yapacaklarını ilan ettiler. Bu ise Anglosakson demokrasi anlayışına aykırı idi ve Brexit’e evet oyu vermiş İşçi Partilileri öfkelendirdi." diyor.
Dünyanın ilgiyle takip ettiği İngiltere seçimlerinde Jeremy Corby liderliğindeki İşçi Partisi beklemediği bir yenilgi aldı. Bu yenilgiyi nasıl değerlendirmek lazım? Nerelerde hata yaptı İşçi Partisi?
Birleşik Krallık’ta son 80 yılda İşçi Partisi’nin aldığı en kötü seçim sonucu bu. Toplamda oyu yüzde 32. Bu 1931’de elde ettiği %29’dan sonraki en kötü seçim sonucu. Üstelik Birleşik KrallıK'ın AB’den ayrılması konusunda toplum neredeyse tam ortasından ikiye bölünmüş durumdayken ve iktidardaki Muhafazakâr Parti içinde büyük çalkantılar yaşanıyorken, İşçi Partisi’nin bu büyük seçim başarısızlığı ilk elde şaşırtıcı geliyor. Ama biraz daha yakından bakınca seçim sonuçlarına, bu başarısızlığın tam da Brexit konusunda İşçi Partisi seçmenlerinin de zıt kamplara bölünmüş olmasından kaynaklandığı görülüyor.
İşçi Partisi Jeremy Corbyn önderliğinde girdiği 2017 erken seçimlerinde oyların yüzde 40’ını almıştı. Bir yıl önce gerçekleşen Brexit halkoylamasının şaşkınlığını toplum üzerinden atamamıştı ve bu halkoylamasını, sandıktan çıkanın tam aksi bir sonuç almak için düzenleyen Muhafazakar Parti lideri David Cameron’un yerine gelen Theresa May’in popülaritesi zayıftı. Ama 2017 seçimleri, İşçi Partisi’nin iktidara yaklaştığı izlenimi verse de, büyük bir iç yarılmayı da ele veriyordu. Partinin beş yüz bine yakın üyesinin büyük çoğunluğu AB’den ayrılmaya karşıydı. Buna karşılık partinin seçmenlerinin takriben yüzde 30-35’i ise Brexit oylamasında ayrılma yönünde oy kullanmıştı. Bu seçmenler, 1935 seçimlerinden itibaren Kızıl Duvar tabir edilen İngiltere ile İskoçya arasında kalan, İngiletere’nin kuzey ve orta bölgelerindeki geleneksel işçi bölgelerindeydi. Thatcherizmin şokunu bütün şiddetiyle yemiş bu işçi sınıfı, AB’yi ve serbest dolaşımla gelen AB’li göçmenleri, yaşadıkları büyük yaşam seviyesi çöküşünün, sosyal dışlanmanın sorumlusu olarak görüyorlar. Buna karşılık yeni iktisadi düzene ayak uyduran ve İngiltere’nin güneyinde ve Londra çevresinde toplanan İşçi Partili diğer seçmen grubu ise, AB ile entegrasyonun daha da güçlendirilmesi taraftarı.
İşçi Partisi içindeki bu yarılmanın tarihsel bir arka planı var mı?
Unutmamak gerekir ki, Birleşik Krallık AB’ye üye olduktan iki yıl sonra, 1975’de yapılan, “AET’ye üye olmaya devam edelim mi?” halkoylaması İşçi Partisi içinde epey sancılı olmuştu. Özellikle Ortak Tarım Politikası’nın Britanya tarım sektörünü tarumar edeceğini, AET’nin bir liberal hakimiyet projesi olduğunu düşünen sendikalar, üyelik konusunda çekimserdiler. Partinin sol kanadı üyeliğe karşıydı. Ama Birleşik Krallık tarihinin bu ilk halkoylamasından sonra ( evet yüzde 68), hızla İşçi Partisi ve sendikalar AB kurumlarında aktif olarak ön planda yer almaya başladı. Jeremy Corbyn’in AB üyeliği konusundaki bugüne kadar devam eden kararsız tavrının kökleri 1970’lere uzanıyor.
2019’da İşçi Partisinin iki yıl önceki seçimlere nazaran 8 puan kaybetmesinin temel nedeni, partinin seçmenlerinin önemli bir bölümü ve üyeleri arasında yaşanan AB konusundaki görüş ayrılığı. Sonuçta 2019 seçimleri 2016 halkoylamasının bir tür ikinci turu olarak yaşandı. Ve bu konuda İşçi Partisi yönetimi, Corbyn’in sağ kolu John McDonnell’ın açıkça kabul ettiği gibi, önemli bir hata yaptı. Seçimleri kazanırlarsa, Brexit konusunda ikinci bir halkoylaması yapacaklarını ilan ettiler. Bu ise Anglosakson demokrasi anlayışına aykırı idi ve Brexit’e evet oyu vermiş İşçi Partilileri öfkelendirdi. Aylar boyunca sadece ve sadece bir sloganı (“Brexit’i gerçekleştirelim!”) tekrarlayan Boris Johnson’ın partisine oy verdi Kızıl Duvar’ın öte yanındaki işçi sınıfının önemli bir bölümü.
Diğer yandan Corbyn de parti içindeki bu çatlak nedeniyle, ikinci halkoylamasında evet veya hayır oyu vermeye çağırmayacağını söyledi. Gerekçesi toplumu yeniden birleştirmekti ama aslında çaresizliğin ifadesiydi bu. Bu çaresizliği örtmek için son derece iddialı bir sol iktisat politikası önerisiyle seçimlere girdi. Ama kampanyada bu politika paketi doğru dürüst tartışılmadı çünkü herkesin önceliği Brexit idi. Şimdi seçim başarısızlığının nedeni olarak bu iddialı sol iktisat politikasını gösterenler var ama bence bu cılız bir iddia. Sadece şu denebilir: İşçi Partisinin geleneksel işçi sınıfı seçmeni için AB’den çıkmak ve özellikle 2016 halkoylamasının sonucunu kabul etmenin, önerilen iddialı sol programdan daha önemli olduğu görüldü.
Şimdi Corbyn sonrası İşçi Partisi liderliği yarışı başladı. İlginç olan, şimdilik ağırlıklı eğilim bu sefer partinin başına ilk defa bir kadının gelmesi. Özellikle Londra bölgesinde oturmayan, neoliberal şoku daha sert yemiş orta ve kuzey İngiltere’de yaşayan bir kadının lider olması öneriliyor. Bu çerçevede öne çıkan isimlerden biri, Rebecca Long-Bailey.
Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakar Parti'nin ise önemli bir galibiyeti var. 1987 seçimlerinden bu yana Muhafazakar Parti'nin en önemli galibiyeti olduğu belirtiliyor. Bu galibiyet Brexit tartışmaları eşliğinde nasıl değerlendirilmeli?
Johnson sadece tek bir sloganla sınırlı ve bunun sabahtan akşama tekrar edildiği bir kampanya yürüttü. İşçi Partisi iddialı bir sol program açıklayınca, bunun etkisini kırmak için sağlık hizmetlerine, emniyet teşkilatına önemli yeni kaynaklar ayrılması vaadinde bulundu. İşçi Partisi'nin politikasını gerçekçi bulmayan ama Muhafazakârları da aşırı liberal bulan orta sınıftan bir kesim seçmeni böylece cezbebildi. Ama en önemlisi 2016’dan beri yılan hikayesine dönen, Monthy Python’un komedi filmlerini insanlara hatırlatan Brexit tartışmalarıyla, parlamentoda art arda yapılan oylamalarla bunalan seçmenlere “bu işi 31 Ocak’ta sona erdireceğiz” güvencesi verdi. İşçi Partisi ise hem AB ile Brexit görüşmelerine yeniden başlamak, hem de ikinci bir halkoylaması öneriyordu. Galiba artık geç kalmıştı.
Elbette Birleşik Krallığın AB’den ayrılmasının olası bedelini emekçi kesim büyük ihtimalle daha fazla ödeyecek çünkü Brexit yandaşı muhafazakârların kafasında İngiltere’yi bir tür Singapur, serbest pazar merkezi yapmak var.
Birleşik Krallık’ta yürürlükte olan seçim sisteminin de yarattığı bir etki var. Ayrılma yanlısı kamp bir parti etrafında toplanmışken, AB’de veya Ortak Pazar’da kalma yanlıları üç, dört partiye bölünmüş durumdalar. Tek adayın seçildiği dar bölgede, tek turda birinci gelen kazanır sistemi, seçmenlerin tam ortadan ikiye bölündüğü durumda, tek bir parti etrafında birleşmiş olan tarafa parlamentoda rahat bir çoğunluk elde etme imkanı sağlıyor. Toplam oylara bakıldığında Brexit yandaşı partiler yüzde ellinin biraz altındalar ama parlamentoda yüzde altmışı aşan bir çoğunluk elde ettiler.
Diğer taraftan, bu seçimler İşçi Partisi’nin geleneksel diğer kalesi İskoçya’da da silinip süpürüldüğünü gösterdi. İşçi Partisi kadar solda olan bağımsızlıkçı İskoç Ulusal Partisi, kazandığı seçim başarısını yeniden bir bağımsızlık referandumuna götürmeye niyetli. AB’den ayrılmış bir Birleşik Krallık’ta kalmak istemeyebilir İskoçların çoğu. Ama bu da kesin değil. Halen ayrılıkçılar çoğunlukta gözükmüyor kamuoyu yoklamalarında.
Diğer konu, Kuzey İrlanda. Bu seçimlerde ilk defa Kızey İrlanda’da İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme yanlıları çoğunluğa geçti. AB’den ayrılan bir Büyük Britanya yerine AB üyesi bir İrlanda ile birleşmek Kuzey İrlanda’da daha cazip olabilir önümüzdeki dönemde.
O zaman Johnson ve muhafazakârların bu zaferi, kazanın aslında kaybettiği bir zafer mi, Birleşik Krallık’ın sonunu mu hazırlıyor, sorusu gündeme geliyor.
Sağ popülizmin sadece Türkiye'de değil Avrupa'da da zemin kazandığını söyleyebiliriz sanırım. Bu eğilim, gündemdeki göçmenler konusunu da hesaba katarsak, artarak sürecek gibi mi? Eğer öyleyse eşitlik ve adaletten yana sol siyaset açısından ne tür bir dönemdeyiz? Yoksulluğa karşı geliştirilen politikalar, bilhassa gelişmiş sayılan Avrupa ülkelerinde seçmende ne düzeyde talep görüyor?
Sağ popülizm Avrupa’da her ülkede farklı nedenlerle zemin kazanıyor. Göçmenler konusu bir etmen. Ama hiç göçmen almayan bölge veya ülkelerde de aşırı sağ, milliyetçi, içe kapanmacı siyasal eğilimler yükselebiliyor. İspanya’da aşırı sağ Vox partisinin ani yükselişinin esas nedeni Katalunya’daki ayrılıkçı eğilime karşı tepki. Eski Doğu Avrupa ülkelerinde sağ popülist veya otoriter sağ hareketler, AB’nin liberal kültürel hegemonyasına karşı muhafazakâr tepkiyi kışkırtıyor. Doğu Avrupa’da ciddi bir kültürel-siyasal yarılma var. Visegrad grubu ülkelerin (Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya) başkentlerini yöneten belediye başkanlarının geçtiğimiz günlerde ortak bir forumda birleşip, ülkelerini yöneten otoriter hükümetlere karşı işbirliği yapma konusunda anlaşmaları bu yarılmanın en açık tezahürü. Özel olarak yoksulluğa karşı politikalar değil, daha genel olarak sosyal devleti korumak, yeni zamanlara uyarlamak için getirilen politikalara önemli bir destek var ama maalesef geleneksel sosyal demokrat partilerin içinde hâlâ neoliberal ideolojinin tahakkümü altında kalmış kadrolar çoğu yerde hakim. Bu nedenle bazı ülkelerde Yeşiller bu sosyal beklentiyi daha çok karşılıyor. Başka yerlerde ise sol popülist yaklaşımlar, ki çoğunun programı 1980’lerin sosyal demokrat partilerini andırıyor, bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. Önemli bir diğer sorun, Avrupa’da toplumların hızla yaşlanmaları ve bunun yarattığı siyasal sonuçlar. Örneğin Birleşik Krallık’ta son seçimlerde yaş dilimi yükseldikçe seçmenlerin daha fazla muhafazakârlara oy verdiği çok açık gözüküyor. Sadece yoksullukla mücadele değil, bunu da içeren ama genel olarak toplumsal dayanışma, kuşaklar arası dayanışma merkezli politikaların öne çıkarılması lazım. Eşitlik ve özgürlük hedeflerini toplumsal dayanışma araçlarını geliştirmeden başarıya ulaştırmak mümkün değil. Aksi takdirde herkesin, her grubun sadece kendisi için eşitlik, özgürlük ve sosyal hak istediği, milliyetçi veya salt kimlikçi hareketlerin mağduriyet maskesi altında halkı yönlendirdiği bir çatışma ortamı körükleniyor.