Mutluluğun bir kokusu var mıdır bilmem ama huzurun bir kokusu olduğuna eminim. Evde miskin bir uykudan uyandığında bütün ev sakız ve mahlep kokuyorsa, hissettiğin tek şey, mutlaka huzur olacaktır. O yüzden, inanıyorum ki kokuların anlamları vardır.
Zaten mesleğim de bana hep bunu hatırlatır. Şarap tadımı yaparken size şarabın sırlarını açıklamaya başlayan ilk şey kokusu olur. Kokunun burnunuza ulaşan yoğunluğu, ne koktuğuna dair yürüttüğünüz fikirler şarabı tanımanızı sağlar. Hafif bir vanilya ve yanmış odun kokusu, şarabınızın meşe fıçılarda olgunlaştırılmış olduğunun göstergesidir. Bazı şaraplar yıllandıkça kokuları daha kompleks bir hal alır, iyi yapılmış bir parfüm gibi kendine has bir koku yaratır, ki böyle bir şarap çok zor bulunur. Yani bütün kokuların bir anlamı vardır şarap dünyasında. Şarap meraklıların, uzmanlarının, hadi gerçek adlarıyla analım, şarap ukalalarının burunlarını kadehin içine sokup, şarabı son nefeslerini alırmış gibi koklamalarının sebebi, şarabın ne olduğunu anlama çabasıdır. Yeşilbiber kokan bir kırmızı şarabın Cabernet Sauvignon, siyah zeytin kokanınsa Syrah üzümünden yapılma bir şarap olduğunu anlamak bir şarap uzmanı için zor olmasa da, ilk defa tadım yapan biri için mucizevi bir şey olabilir. Tüm kokular kimyasal birer bileşen olsalar da, bundan daha fazla anlam taşırlar. Hele eğer o koku hatıranızda bir yerlere dokunuyorsa, ufak bir koku zerreciği, bir zaman makinesine dönüşebilir.
Bu yüzden, evi saran paskalya çöreği kokan bir şarap çıkarsa, emin olun ki en sevdiğim şarap da o olacaktır. Öyle mamalarımızın yaptığı gibi kilolarca yapılmıyor olsa da evde çöreğin pişmesi o evin huzurlu olduğunun, hatta bir yuva olduğunun kanıtıdır bence.
Tabii, paskalya çöreği tüm bu hissettirdiklerinin dışında, kokusuyla, yılın en güzel zamanının geldiğinin habercisidir. Dinî olduğu için falan değil, tamamen mevsim itibariyle yılın en iyi zamanı –özellikle bir obur için– paskalya zamanıdır. Bir defa, bahar gelmiş, kokoreç çıkmış, kuşkonmazlar, otlar sarmış etrafı ve tabii ki kalkan zamanı gelmiş; daha ne olsun ki... “Daha ne olsun?”un en güzel cevabı şu: Hem kalkanın zamanı olsun, hem de bu bayramda kalkan yemek âdet olsun! Aslında kalkan yemek gibi bir âdet yok ama balık yemek gibi bir âdet var. Bu kadar kıymetli bir günde balıkların en kıymetlisini yemeye çalışmak, bence de en doğrusu.
Gerçi Paskalya günü ‘yılın en güzel zamanı’ndan’ sayılır mı bilmem... Paskalya günü genellikle ‘bütün Ermenilerini dolaştım İstanbul’un’ havasında geçtiğinden ve her evde neredeyse aynı ikram verildiğinden, çikolata, paskalya çöreği ve likör üçlüsüne doyuyorum. Üstelik hayat birden bire çok tekdüze bir hal alıyor. Evler değişiyor ama menüler aynı, hatta evden eve geçerken yaptığın dedikodu bile aynı – “filan tantig bu sene sakızı bol koymuş”, “falan tantiğin likörü bu sene şahane olmuş”...
Ne olursa olsun, yılın en lezzetli bayramı geldiği için mutluyum. Sırf çöreği için bile bu bayram kutlanır.
Ama size bir ufak tavsiye: Eğer bir yerden elinize güzel bir paskalya çöreği geçtiyse (evde yapmadıysanız Kurtuluş’taki Üstün Palmiye şahane çörek yapar, hususi tavsiyemdir), hemen hepsini yemeyin. Ertesi sabaha da biraz bırakın. Biraz eski kaşar ve ılık sütle kahvaltıda yiyin. Emin olun ki böyle bir kahvaltı görülmemiştir.
Hayırlı paskalyalar ve yaşasın oburluk...