‘Yaşamak sevmektir’

BİLGEHAN UÇAK

Genç adam koşuyordu. Bütün gücüyle koşuyordu… Yaşantısı boyunca koşmadığı gibi koşuyordu. Bundan böyle bir daha koşamayacağı gibi koşuyordu.”

Roman böyle başlıyordu.

Oysa bir hayatın bitişiydi bu.

Daniele ölmüştü çünkü.

Ve Daniele’in ölümüyle bir toplumun üstüne tonlarca kül boca edilmişti adeta.

Toplum, bir idam mangasının gönüllü katilleriymişçesine bir kadını ölüme göndermişti.

Bunu “ahlak” adına yapıyorlardı üstelik.

Bir kadının kendi hayatına son vermesiyle kurtulacaktı toplumun ahlakı.

“Yaşantısı boyunca koşmadığı gibi” koşan Gerard’dı.

“Genç adamın etrafını çevreleyen hareketsiz, ıssız ve karanlık şehri, kocaman ölü bir hayvana veya kapanmış bir tuzağa benziyordu.”

Sizce ne zaman bir şehir “kocaman ölü bir hayvana veya kapanmış bir tuzağa” benzer?

69 yılının 15 Ağustos günü Rouen şehri böyleymiş, Pierre Duchesne’in dediğine göre.

Oysa, resmi kayıtlara göre, Daniele, 1 Eylül’de öldü.

Ne romancı hakikatlere bire bir uymak zorunda ne de bunun bir önemi var.

Pierre Duchesne’in “Daniele” diye yazdığı kahramanın gerçek adı Gabrielle Russier’ydi.

Madam Russier, yani Daniele Guenot, otuziki yaşında ve geleceği çok parlak bir felsefe öğretmeniydi.

Lise öğretmenliği yapıyor ama bir yandan da üniversite hocalığına hazırlanıyordu.

Daniele, kocasından boşanmıştı.

İki çocuğuyla beraber yaşıyordu.

Gerard’a âşık oldu.

Hayat, nilüfer yapraklarını eze eze dans edip şarkı söyleyen hergele kurbağaların altından akan simli bir nehir gibi cıvıl cıvıldı başlangıçta.

68 Olayları’yla birlikte öğrenciler topluma yerleşmiş tabuları yıkmakta lokomotif görevi görüyor, işçileri de peşleri sıra sürüklüyorlardı.

Öğrencileriyle benzersiz bir diyalog kuran ve bu sayede okul müdürünün büyük iltifatlarına mazhar olan Daniele de onlarla zaman geçirmekten hoşlanıyordu.

Duvarlara yazılan yazılar, atılan sloganlar, dalgalanan kızıl-siyah bayraklar, inmeyen yumruklar havaya özgürlük kokusu yayıyordu.

O günlerden biriydi işte, isyankâr bir kalabalığın içindeydiler, Gerard’ın eli Daniele’in eline değdi.

“Daniele, Gerard’ın eli kendisininkine değince bunun ne olduğunu ancak fark edebildi. Bu eli tutarak, kuvvetle sıktı. Büyük bir toplum içinde birleşmişlerdi. Dünyayı zapt edebilirlerdi. Her şeyi yapmaları mümkündü sanki.”

Bu aşka tutulduğunda onaltı yaşındaydı Gerard Leguen.

Birbirlerini ölesiye seven çiftin karşısında bütün bir toplum vardı artık.

Duvarlarda ise sloganlar.

“Gerçekçi ol, imkânsızı iste.”

İkisi de gerçekçi düşünüyor ve aşklarını mümkün kılmaya çalışıyorlardı.

Aralarındaki ilişkiyi öğrendiğinde René Leguen’in tepkisi çok sert oldu.

Toplum, ilk olarak “baba” figürüyle duruma el koymaya çalışmış, beceremeyince yargıç olmuştu, polis olmuştu, jandarma olmuştu, gardiyan olmuştu.

Gözlerini kırpmadan bu aşkın bedelini istediler.

Önce okulunu değiştirdiler Gerard’ın, ne fayda, kaçtı.

Sonra hastaneye kapatıp sakinleştirici iğnelerle deldiler vücudunu, oradan da kaçtı.

Hücreye kapattılar, itaat etmesi için işkencelerden geçirdiler, genç adam pes etmedi hiç, bir an için bile pes etmedi, delirmenin eşiğinde dolaştı belki ama düşmedi o uçurumlardan aşağı.

Seviyordu çünkü.

Daniele’i seviyordu.

Suçu da buydu, onu hayata bağlayan şey de.

Eğer biraz gizli kapaklı yaşamaya gönül indirselerdi, kimseler bilmeseydi bazı yaz akşamları seviştiklerini, el ele dünyayı zapt edecek güçte olduklarını ilan etmeselerdi uluorta, dokunmayacaktı belki de kimse onlara.

Ama Daniele öyle biri değildi, gizlilikten, saklanmaktan nefret ederdi.

Paul Valery’nin “özgürlük bir inanç halidir” sözünü öğrencilerine yorumlatan biriydi o, gizlenmek ise özgürlüğünden vazgeçmek manasına geliyordu, yapamazdı bunu.

Düzene karşı bir meydan okuyuştu onların aşkları.

Birbirlerinden başka kimseleri yoktu oysa karşılarında silahları, yasaları, savcıları, polisleri, jandarmalarıyla onları yok edene kadar geri adım atmayacak düzen yer alıyordu.

Ve, ölümcül silahlar kuşanmış devasa bir ahtapot gibi her yandan sarıyordu.

Gerard’ı bezdirip sevdiği kadının bir ‘orospu’ olduğunu söyletmek için ellerinden geleni ardına koymayanlar Daniele’i de boş bırakmıyorlardı.

Bir yargıç, biraz daha aşağılayabilmek için “sizi tanımadan önce, Gerard’ın cinsel konuda denemeleri, yahut denemesi olmuş muydu?” diye soruyor, çocuklarının velayetine elinden almakla tehdit ediyor, ertesi gün bir komiser evine girip yazı masasının çekmecelerinde mektuplarını arıyor, bir müdür okulla ilişkisini kesiyor, bir hâkim onu orospularla aynı koğuşa gönderiyordu.

Kuruyup çatlamış kıraç bir topraktı artık hayatları.

“İçimizden birinin özgür olması için diğerinin hapse girmesi gerekiyorsa, ne olur beni hapsedin” diyorlardı.

Mücadele ediyorlardı etmesine ama silahlar bir değildi ki, çok yorgun düşmüştü ikisi de.

Bir sene önce ‘özgürlük!’ diye haykıran kalabalık gazete haberlerinde okuduğu olayı önemsemiyordu.

Sürgünler, hapisaneler, rehabilitasyon merkezleri, klinikler hiçbiri kâr etmiyor, güçleri tükense de birbirlerine duydukları aşk hiç azalmıyordu.

Gerard, her fırsatta kaçıp sevdiği kadının yanına geliyor; Daniele, önceden hazırladığı valizle bekliyordu kendisini hapisaneye götürecek polisleri.

‘Yaşamak sevmektir’ diye bir not raptetmişti duvarına.

Biri olmadan diğeri de olmazdı.

Sevdiği sürece yaşayacaktı.

Onaltı yaşındaki bir çocuğu sevmekle suçlanırken şöyle demişti:

“O benim için bir erkektir. Hem de genç bir erkek. Onu seviyorum.”

Biri duvarına ‘yaşamak sevmektir’ yazarken öteki duvarları aşıyordu ona kavuşabilmek için.

Toplum, bütün sahtekârlığıyla korkak bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekilmiş, sadece izlemekle yetiniyordu.

Ahlakı korumak için yapılan ahlaksızlıkların bir haddi hududu kalmamıştı.

En aşağılık sorular soruluyor, en rezil suçlamalar gülerek yapılıyordu.

Daniele, sert bir poyraza yakalanmış, kendi yok oluşuna son sürat ilerliyordu.

“Ne yazık, bir türlü ölemiyorum” demişti bir seferinde.

Bir başka gün ise şunları yazacaktı:

“Uyuduğum zaman bile hiçbir şey unutamıyorum. Artık bir daha eski Daniele olmam mümkün değil. Görenler beni tanıyacaklar ama, ben bir başkası olacağım.”

Ona bu zulmü reva gören yargıç ise çok sonra kararını değiştirecekti.

Daniele artık kendisi değildi.

Yaşamak ve sevmek, birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki kavramdı onun için.

Gerard’ı sevmesini engelliyorlar, yaptıkları kötülüklerin hepsinin birden sonuçsuz kaldığını görünce ise kudurup en olmadık işlere başvuruyorlardı.

Bir aşkın üstesinden duvarlar örerek gelmeye çalışıyorlardı.

Gelemediler.

Becerdikleri sadece genç bir kadının ölümü oldu.

Gabrielle Russier, daha fazla dayanamadığı baskıya intiharla cevap verdi.

Madam Russier’den geriye kalan notların birinde şöyle yazıyordu:

“Bir felaket gibi de gözükse… umut kırıcı da olsa… hatta bir yenilgiye de benzese… başıma gelenlerin hiç olmazsa bir şeye yaramasını istiyorum.”

Evet bir felaketti, belki yer yer umut kırıcıydı da, ama asla bir yenilgi değildi.

Üstelik aşkın düzen karşısında aldığı büyük bir zaferdi yaşadıkları.

Daniele ile Gerard, gerçek adlarıyla Gabrielle Russier ile Christian Rossi, hayatları pahasına gittiler aşklarının peşinden.

Ölüm vardı sonunda.

Ölüme gitti onlar da.

Andre Cayatte, filmini çekti.

Gabrielle Russier’yi Annie Girardot oynuyordu.

‘Ölesiye Sevmek’ adlı film, aylarca inmedi gösterimden.

Bütün Rouen, bütün Paris, bütün Fransa bu filmi seyretti.

Hayat durdu.

Belki de o gün ses çıkartmadıkları, bir kadının gözlerinin önünde ölüme gidişine engel olmadıkları için bu filme sığındı insanlar.

Gabrielle için, Christian için, hiçbir koşul altında yılmayan bu iki âşık için ağladı.

Pierre Duchesne, romanını o filmden sonra yazdı.

Dünyanın en büyük şarkıcılarından biri olan Charles Aznavour, ‘Mourir d’aimer’ diye ağıt yaktı arkalarından.

Milyonlarca insan, yüzmilyonlarca kez bu şarkıyla ilan ettiler aşklarını, haykırdılar ölesiye sevdiklerini ve hatırladılar Gabrielle ile Christian’ı.

Cumhurbaşkanı Georges Pompidou bile birşeyler demek zorunda kaldı.

Ve bir daha hiç kimse çağın en büyük aşklarından birinin mimarı olan Madam Russier’yi suçlamadı.