Şalom gazetesi yazarlarından Selin Süar Oral, 2 Ağustos tarihinde yayımlanan Şalom’daki ‘Köşebaşı’ adlı köşesinde ‘Hayastan’ın Yahudileri’ başlığı altında Ermenistan izlenimlerini ve Ermenistan’da yaşayan Yahudileri yazdı. Oral ile yazısından yola çıkarak, Ermenistan izlenimlerinden Türkiye-Ermenistan ilişkilerine uzanan bir söyleşi yaptık.
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü lisans, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Film Tasarımı Bölümü yüksek lisans mezunuyum. Yüksek lisans tez konum ‘Yunanistan Sinemasında Küçük Asya Sorunsalı’ydı; yani bir tarafın felaketi, diğer tarafın kurtuluşu olarak isimlendirilen Kurtuluş Savaşı, felaket ve Mübadele döneminin Yunan sinemacıların gözünden nasıl anlatıldığı üzerine bir çalışma yaptım. Halen Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sinema Bölümü’nde doktora yapıyorum. Akademisyenim ve aynı zamanda Şalom Gazetesi’nde ‘Köşebaşı’ isimli köşede yazıyorum. Okul yıllarımdan beri senaryo yazarlığı, metin yazarlığı, film eleştirmenliği ve yönetmenlik yapıyorum elimden geldiğince. Bunlar tabii ağırlıklı olarak kısa film ve belgesel çalışmaları. Çeşitli ulusal ve uluslararası festivallerden almış olduğum ödüller var. Aynı zamanda 2010’da çıkan ‘Havra Sokağı’ isimli romanın yazarıyım. Kitabın baskısı tükenmişti, ancak bu yıl yeniden basılacak. Bir de bu sene Es Yayınları’ndan çıkan, Amerikalı yönetmen Tim Burton hakkında, ‘Bir Tim Burton Kitabı’ isimli çalışmayı derledim. Şimdilik akademik çalışmalara daha fazla ağırlık versem de bundan yıllar önce araştırıp hazırlamış olduğum ‘Işık Doğudan Yükselir: İyonya Universitesi’ isimli belgeselimi fon bulursam bu yaz çekmeyi planlıyorum.
Yerevan'daki Yahudi cemaatinin ne tür sorunları var? Zaman zaman farklı inanç gruplarının Ermenistan'da sorunlar yaşadığına dair basında haberler çıkıyor. Yahudi cemaatinin inanç ve ibadet özgürlüğü konusunda yaşadığı sorunlar var mı?
Aslında benim Hayastan’a gidişim tamamen başka bir amaçlaydı. Aynı coğrafyanın dağılan halkları için bellek üzerine araştırma yapmak ve bu konuda ileride bir kısa film çekmek için oraya gittim. Ancak maalesef anti-semitik bakış açısına Ermenistan'da da kimi zaman rastlanabiliyor. Üzücü bir şekilde 2002’de yayımlanan, Romen Yepiskoposyan'ın yazmış olduğu anti- semitik bir kitap olan ‘Milli Sistem’ bunun en bilinen örneklerinden. Daha sonra 2005 ve 2008’de Ermenistan'ın politik hayatındaki dalgalanmalardan Yahudi Cemaati de nasibini almış. Özellikle eski Devlet Başkanı Ter Petrosyan döneminde başta anaakım medya tarafından başlatılan anti-semitik kampanyanın varlığına hatırladığım kadarıyla dünya kamuoyu da şahit olmuştu. Yine 2005'te Hayastan'daki aşırı milliyetçi bir parti başkanının yaşanan bütün sorunlardan Yahudileri sorumlu tutması sonucu ülkede yaşayan Yahudiler de doğal olarak ne yapacağını şaşırmıştır. Aslında tarihsel olarak bakıldığında Ermenistan topraklarında Yahudilerin varlığı Gürcistan ve Azerbaycan'ın aksine çok hoş karşılanmamıştır. Bugün nüfusu 500'ün altında olan bir cemaat için ‘var olma savaşı veriyor’ demek daha doğru olur. Bakıldığında günümüzde bu toplumun inanç özgürlüğünde bir sorun yok. Ancak 2007 ve 2010 yıllarında bir grup aşırı milliyetçinin yapmış olduğu ırkçı eylemler cemaatin hafızasından henüz silinmedi. Halen cemaatin ‘Koelet’ adında 1997'den bu yana yayınladığı bir gazete de yayın hayatını sürdürüyor.
Sovyet sonrası dönemde pek çok eski Sovyet cumhuriyetinden İsrail'e yoğun göç yaşandığını biliyoruz. Ermenistan'daki Yahudi cemaatinin nüfusunun azalması da Sovyet sonrası döneme mi denk geliyor?
Evet, aşağı yukarı 1990'ların başına denk geliyor. Eski demir perde ülkelerinden İsrail'e giden Yahudiler arasında Ermenistan Yahudileri’nin de olduğunu söyleyebiliriz. 1992-94 arasında altı bin kadar Ermenistan Yahudisi İsrail'e göç etti.
Şalom'daki köşenizde Mordehay Navi Sinagogu'nun Ukrayna ve Polonya'daki Yahudi katliamlarından kurtulup Yerevan'a gelen Yahudiler tarafından kurulduğunu belirtiyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Ayrıca Mordehay Navi Sinagogu dışında bugün cemaatin kullanmadığı tarihi sinagoglar var mı?
İsterseniz değişik tarihsel dönemler altında bu sorunuzu cevaplayayım. Öncelikle Yahudiler’in Kıta Avrupası’nda yaşanılan her dönemde bir günah keçisi olarak görüldüğünü belirtmek isterim. Yerleşik toplumlar, kendi ekonomik güçsüzlükleri veya yaşanılan diğer toplumsal sorunlardan ötürü her zaman Yahudileri sorumlu tutmuştur. Mesela 20. yüzyıl başlarında Ukrayna'da ‘pogrom’ dediğimiz Yahudi katliamları yaşanmış. Özellikle Ukrayna'daki Podolya Bölgesi bu pogromlarla adından sıkça söz ettirmiştir. Bu tarihler sonrasında buradaki Yahudi toplumu kendisine bir çıkış noktası aramıştır kuşkusuz... Ardından İkinci Dünya Savaşı esnasında katledilen Yahudiler’in bir çoğu, özellikle Ukrayna ve Polonya'dan kendi imkânlarıyla kurtulabilenler savaşın olmadığı yerlere kaçmaya çalışmışlardır. Zaten Ukrayna'nın yerli halkı tarafından çok da sevilmeyen bu toplum savaşın ilk yıllarında Naziler’in gitmediği yerlere sığınmışlar. Kafkaslar’ın savaş olmayan bölgelerine deniz yoluyla gelenlerin olduğu tarihsel kayıtlarda da vardır. Ancak en büyük göç 1965 ve 1972'de Sovyet Döneminde gerçekleşti. Bunun dışında Sevan ve Vanadzor'da eski havralar ve kültür merkezlerinin olduğu çeşitli Yahudi kaynaklarında geçiyor.
Bir bilim insanı olarak Ermenistan toplumuyla ilgili gözlemleriniz neler oldu? Bellek konusuyla ilgili araştırmalarınızdan ne tür izlenimler edindiniz?
Benim aslında Ermenistan’la tanışmam çok çok yeni. Hani hep bir köşede durur, Ermeni mezeleri veya Ermeni mimarisi söylemleri; ama sanki öyle bir şeyden söz ediyoruz ki, bir zamanlar bir uygarlık vardı ve büyük bir tufan koptu, bütün uygarlık yok oldu, sadece kalıntıları var gibi konuşuyoruz. Çünkü gerçekten de öylesine büyük, asil ve köklü bir uygarlıkla karşı karşıyayız ve o uygarlığın bireyleri bir dönem Anadolu’da var olmuş, ama şimdi yok. Varsa da bir nevi ‘karşı-yurttaş’ olarak algılanıyorlar ya da öyle algılanmaları isteniyor. Tarih hiçbir zaman, ‘iki kadim dost vardı, bir gün birinin canı sıkıldı öbürünün kafasını yardı ki aslında başından beri alttan alta karşısındakine pusu kuruyormuş, o nedenle taş atan kötüdür’ diyebileceğimiz kadar basit değil. Yalnızca Türkiye için söylemiyorum, genel olarak ulus-devlet resmi tarih yazımlarına baktığınızda bütün kurgulamalarda ‘siyah ve beyaz’lar var. Bunların hangi sebeplerle, hangi olaylar çerçevesinde, hangi neden-sonuçlarla siyah ya da beyaz olduğuna dair bilimsel konuşmalar yok. Ben Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği ‘Vicdan Filmleri Festivali’ne katıldım. ‘Umut’ isimli filmle kazananlardan biri oldum. İsterdim ki bunların hiçbiri olmamış olsun, ama yine de vicdanımızı sorgulamaya, sınırların uzaklığını kapatmaya yönelik nice sanatsal etkinlikler yapalım... Sonrasında açıkçası nasıl oldu, kim kime ulaştı o dönem hiç hatırlamıyorum, ama Gor Baghdasaryan’ın bana ‘Komşular’ isimli belgeselini göndermesi ve benim bunu İzmir’in eski sinema salonlarından biri olan, ancak şu an kapalı olan Konak Sineması’nda göstermem ve Baghdasaryan’ın seyircilere hitaben yazdığı mektubu okumamla iletişim devam etti. İnsanlar oldukça ilgi göstermişti. O da orada kaldı, ama Hayastan’a gitmek hep hayalimdeydi. Aynı halkın farklı coğrafyalarda, farklı tarih yazımlarıyla yetişmiş genç jenerasyonunun bellekleriyle ilgili kısa film yapmak ve komşuyu tanımak için yine Hrant Dink Seyahat Fonu’na başvurdum ve oraya gittim.
Orada çok kısa süre kalmamıza rağmen hissettiklerim ve tanık olduklarımı yazsam, çok klişe bir söz ama roman olurdu. Bizim tabii oradan yakın dostlarımız ve arkadaşlarımız vardı; başta çok sevgili Nişan Güreh sayesinde hayatımıza her biri birbirinden değerli nice güzel insanlar ekledik, onlar sayesinde çok güzel zamanlar geçirdik, ancak bellek açısından şunu anladım ki öyle oturup ‘mot a mot’ röportaj yapmakla, düz sorular sormakla oturmuyor o tarihin, geçmişin, çekilen acıların, dayanışmanın, paylaşımların kurgusu. Bir gün çekinerek yaklaştığınız bir görevli sizinle, çocukluğundan beri konuşmadığı halde sizden daha duru bir Türkçe’yle konuştuğunda, büyükanne ve büyükbabalarını anlattığında, bir kahve içmeye oturduğunuz biri büyük felaketin ardından darmadağın olan aileden geriye kalıp Musul’da, Yemen’de ya da işte dünyanın herhangi bir köşesinde yıllarını geçirip zor şartlar altında Ermenistan’a döndükten sonra sizinle konuşurken her şeye rağmen sevgiyle size baktığında, Serdarabad Anıtı’nda sırtınızı şehre, yüzünüzü Iğdır’a döndüğünüzde, ortak tarihinizle ilgili bir film izlediğiniz zaman siz ağlarken arkadaşınızın kendi mendilini çıkarıp vermesinde yatıyor. İnsanlar doğum yerini değil, kökenlerini söylüyor. Etrafınız Kayserili, Vanlı, Muşlu, Erzurumlu, Bitlisli, Antepli; kısacası aileleri Anadolu’nun doğusundan olanlarla dolu! Ve bu insanlar bizlerden çok daha iyi biliyorlar bu şehirlerin tarihlerini, mimarisini, dokusunu, komşularının isimlerini... Bu kişiler doksanına merdiven dayamış bireyler de değil, her biri 25-35 yaş kuşağında. Yani aslında oradayken kendi tarihinizi öğreniyorsunuz, kendi insanlarınızı tanıyorsunuz, kendi belleğinizin eksik taşlarını yerine koyuyorsunuz. Benim de Ermeni öğrencilerim var. Ancak onlarla sohbet etmek istediğimde birçok konuyu konuşmuyorlar; “Biz bunları pek bilmeyiz” diyorlar ya da bilemiyorum, belki de çocukluktan itibaren aileleri bir şey konuşmamalarını tembihlenmiş. Bu çok üzücü tabii... Ancak yıkımların ardından çok daha sağlam yapılar inşa etmek biliyorum ki bir olmakla, iletişimle, tanımakla, konuşmakla mümkün.
Öte yandan kapalı sınırlar pratikte trajikomik bir sorun. Türkiye ile Ermenistan arasında ticaret var. Mallara bakıyorsunuz hep Türk firmalarının ürünleri. Ancak haklı olarak oradakiler de diyor ki, “Bu mallar Gürcistan üzerinden geliyor, dolayısıyla daha pahalıya geliyor, neden bire bir ticaret yapılmasın ki; aracı bir başka ülkeye ne gerek var? Kaybeden Türkiye ve Ermenistan oluyor”. Eh, düşündüğünüzde haklılar da… Kısacası bu ve bunun gibi birçok izlenim, anı, yaşanmışlık biriktirip geldik ve en kısa zamanda, ilk fırsatta yeniden gideceğimizi biliyoruz.