Türkiye-Ermenistan sınırında bulunan köylerde çekilen ‘Sınır Tanımayan Arılar’ adlı belgesel, sınırın iki tarafında yapılan arıcılık faaliyetini konu ediniyor. Yeterince zor mesleği olan insanların yaşadığı zorluklar sınırların farklı taraflarında olsa da, birbirlerinden pek ayrılmıyor, hayalleri ise sınırın açılması yönünde. Coşkun Aral, Müge Aral ve Batuhan Tunçer anlatıyor.
Belgeselden arıcıların komşularını tanımak istediğini, sınırın açılmasını ve arılar gibi özgürce hareket etmek istediklerini anlıyoruz. Birbirleriyle paylaşacakları deneyimlerden her iki tarafın da kazanacağından eminler. ‘Sınır Tanımayan Arılar’ın hikâyesini, çalışma esnasında yaşananları belgeselin yönetmeni Coşkun Aral'dan, yapımcı Müge Aral'dan ve kurguyu yapan Batuhan Tunçer'den dinledik.
‘Köylü komşusunu göremiyor’
45 yıldır gazetecilikten fotoğrafçılığa kadar birçok alanda çalışan Coskun Aral, son 25 yılda pek çok belgesel çekmiş. ‘Sınır Tanımayan Arılar’ı da bir gazete haberinden yola çıkarak yaptıklarını anlatıyor: “Savaş, silah, mayın, köpek balıkları ve arılar üzerine belgeseller yaptım. Türkiye'yi çok dolaşıyorum. Bir gün kısa bir haber okudum ve Müge Aral’la paylaştım. Haber garipti: Köylüler arılarını salıyor. Arılar komşuya gidiyor, istedikleri şeyleri alıyorlar ama o köylü komşularını asla göremiyor. Böyle anlattıktan sonra Müge'nin aklında fikir canlandı. Proje de o şekilde ortaya çıktı.”
Belgeselin yönetmeni Coşkun Aral, çizilen haritalara rağmen doğanın mükemmel ve huzurlu bir paylaşım ortamı sunduğunu söylüyor ve arıları konu alan belgeselin mesajından bahsediyor: “İnsan ve çevresi, insan ve doğası, insanla doğayı paylaşan diğer canlılar arasındaki ilişki önemli. Bu coğrafyaları kim belirledi? İnsanlık tarihinin izlerini okuduğumuz zaman bunun karşıtı olan daha mükemmel ve huzurlu paylaşım ortamını bize doğa veriyor. En önemlisi de arılar. Her şeye rağmen arıları izleyip mutlu olmamız lazım. Sınırda görüyorduk; karşı taraftan sarı çiçeğin polenleriyle gelen arılar ve buradan nektarla geri giden arılar. Sonunda da muhteşem bir bal çıkıyor ortaya. İşte tam bu yüzden de karışmak lazım.
Bu coğrafyalarda birtakım haritalar çiziliyor. İnsanlar, aileler bölünüyor. Bazıları çok uzaklara gönderiliyor, bazıları yok ediliyor. Buna karşı direnen, insana örnek olmaya devam eden bir doğa var. Biz de bu örneği aldık. Kendimizce tıpkı arılar gibi mayamızı attık. Artık mesajı alan alır.”
‘Güzel olan kalıyor’
Kini ve nefreti bastırıp güzel örneklerden etkilenmemiz gerektiğine vurgu yapan yönetmen, gençlik yıllarında hayallerinin peşinden gittiği Paris'te başından geçen bir olayı da anlatıyor: “1977’de Paris'e gittik. Bir anda arkadaşlarımızdan hiç birisinde para kalmadığını anladık. Fakat Paris dışında kaldığımız otelin parasını da ödememiz gerekiyordu. Aralarında Fransızca bilen ben olduğum için, para bulmak için Paris'e gittim. Babamın bana verdiği bir terzinin adresi vardı elimde. Paris'in Champs Elysees Caddesi'nde Türkiye turizm ofisi vardı. Öğlen saatleriydi. Bir baktım bir kalabalık toplanmış. Senin benim gibi tipler. Aralarında Türkçe laflar ediyorlar. Gittim oraya, babamın bana verdiği terzinin adresini sordum. “Türk müsün?” dedi. “Evet” dedim. Derken kafamda şimşekler... Kendimi bir polis aracında buldum. Meğerse gösteri yapan Ermeni komitesiymiş. 24 Nisan'da yediğim o güzel dayağı hâlâ hatırlarım. Polisler pasaporta baktı ve beni mahallenin biraz aşağısında bıraktı. Çok açtım, param olmadığı için yemek yiyememiştim. Terzinin adresini aldım yine elime, geldim oraya ama adreste kimse yok. Ertesi sabah oldu, halen çok açtım. Meydanda vitrindeki yemeklere bakıyordum. Kapıdan biri çıktı. Fransızca bir şeyler söyledi. ‘Merhaba’ dedim. ‘Türk müsün?’ dedi. Sonra da ‘Anne, burada bir Türk var’ diye bağırdı. Biraz sonra anneme benzeyen bir teyze çıktı kapıya. Beni içeri çağırdı, hiçbir şey demeden yemek getirdi. ‘Siz kimsiniz?’ dedim. ‘Ermeniyim’ diye cevap verdi. O teyze bana bir de 20 Frank verdi. Yani dayak yedim, ertesi sabah ise o teyzenin yemeğini yedim. Bunlar olabiliyor. Ama önemli olan güzel örnekler. O teyzenin fotoğrafı hep aklımda, şimşekler çakan kişinin yüzünü bile hatırlamıyorum. Bununla tarihi unutmamalıyız demiyorum elbette. Ama hep güzel olan kalıyor.”
‘Artık barış gelsin’
Ermenistan-Türkiye sınır hattında çekimler yapan Coşkun Aral, çekimler sırasında sorun yaşamadığını söylüyor ve tanık olduklarını şöyle anlatıyor: “Türkiye'de milliyetçiliğin belki en yoğun olduğu bölgedir o bölge. Ama herkes ‘Şu sınır açılsın’ diyor. Keşke gelseler, keşke balı birlikte oturup yesek, diyorlar. Arılar kaç tane ana arı değiştirirler bilmem ama artık barış ve huzur gelsin ve insanlar hayatlarını paylaşsınlar.” Sınırın açılmasıyla iki toplum arasında var olan korkunun da ortadan kalkacağına inanan Aral, “Ben Leninagan (Gümrü) depremi olduğunda Ermenistan'a gitmiştim. Ermenistan'ın o dönemi tekrar yaşamasını istemem. Gördüğüm manzaralar korkunçtu. Ermenistan gelişebilir bir ülke. O sınırlar kalktığı zaman iki millet, iki halk, iki toplum aralarındaki korkuyu ve düşmanlığı yener” diyor.
‘Aynı arı sınırın iki tarafında’
‘Sınır Tanımayan Arılar’ın yapımcılığını üstlenen Müge Aral, hikâyenin nasıl belgesele dönüştüğünü ve çekim yaptıkları köyleri nasıl seçtiklerini anlatıyor: “Bir gazete haberi göstermişti Coşkun. Orada Halıkışlak ve Digor köyleri arasında arıcılık yapan insanlar, arılarının iki köye de gittiğinden bahsediyordu. Bu bilgi çok hoşumuza gitti ve bunu görsel olarak sunabilir, belgesel yapabiliriz diye düşündük. Aynı köylerde olmazsa da belgeseli gene sınır köylerinde yaptık. O bölgede arıcılık çok yapılıyor. Tamamen arıcılığın yapıldığı, elverişli köyleri seçtik. Birçok yer gezdik Türkiye tarafında. Ermenistan tarafındaysa balı bol anlamına gelen Meğraşad'a gittik. Ermenistan'da Meğraşad'ın seçilmesinin nedeni orada arıcılığın yapılması ve sınıra yakın olmasıydı. Türkiye tarafında da sınırda arıcılık yapan köylere gittik ve sabit arıcılık yapan insanları bulduk. Seçimimiz böyle oldu.”
Arıların sadece belli bir dönemde hareketli olduğunu, bu yüzden de çekimlerin çok planlı yürümesi gerektiğini anlatan Müge Aral, arıların çekimler devam ederken de sınırları geçip komşu ülkeye, oradan geri Türkiye'ye uçtuklarını anlatıyor: “Arılar bahar aylarında uçmaya başlıyor. Sıcaklığın 15 derecenin üstünde olduğu günlerde uçabiliyor, o yüzden bizim de sadece o dönem çekim yapma şansımız vardı. Bir de Kars'ta çiçeklerin açtığı dönem biraz daha geç. Yıllardır arılarla ilgili belgesellerde çalışıyoruz. Arıcılarla konuşarak, haber alıp bölgeye giderek çekimlerimizi yaptık. Aynı şekilde Ermenistan'da çalıştığımız Maria Yeğiazaryan’la irtibata geçtik, onlar da o dönemde Meğraşad'da çekim yaptı. Yani biz aynı zamanda iki tarafta çekim yapıyorduk. Arılar bizden habersiz elbette uçmaya devam ediyordu. Aynı arı iki tarafta kameralara yansımış bile olabilir.”
‘Mesajlar aynı’
Müge Aral, komşu ülkeler arasında akan Arpaçay'ın (Akhuryan Nehri) arıcılık için çok kıymetli olduğunu söylüyor ve sınırın iki tarafında arıcılık yapanların mesajlarının, kullandıkları dilin bile aynı olduğunu vurguluyor: “Arılar kilometrelerce uçabiliyor. Onlar için önemlisi nektarın, çiçeğin, bir de su kaynağının olması. Arıların su içmeye ihtiyacı var. Dolayısıyla akan temiz bir su kaynağı, arıcılar için bulunmaz bir nimet. Hal böyle olunca Arpaçay, hem Ermenistan'daki hem de Türkiye'deki arıcılar için önem taşıyor. Hem temiz su var hem de çiçek bol, o yüzden de balı bol ve temiz oluyor. Yaylalardan geldiği için oranın balına yayla balı diyoruz.
‘Paylaştıkça öğreniriz’
Sınırın Türkiye tarafına birçok kez giden Müge Aral arıcıların ortak bir özlemini de fark etmiş: “İnsanlar bütün yaz çalışıyor, sonra da kışa esir oluyorlar. Kışın onlar gibi yaşayan komşuları var ama iletişim kuramıyorlar. Aynı mesleği de yaptıkları için görüşmek istiyorlar. Konuştuğumuz kişilerden biri diyordu: ‘Keşke görüşsek, konuşsak çünkü bu iş böyledir, bilgiyi paylaştıkça yeni şeyler öğreniriz.”
Aral, arıcılıkla ilgili gözlemlerini de paylaşıyor heyecanla: “Ben arıcılara hayranım. Türkiye'de birçok arıcı ile görüştüm. Çok meşakkatli çok zor bir iş ama bir kere bu işe bulaştıktan sonra bir daha bırakamıyorsun. Doğayla, arıyla bu kadar iç içe olunca hem sağlıklı kalıyorsun, hem moralin yüksek oluyor. Bunu bütün arıcılarda gözlemledim. Gezginci arıcılık var. Onlar evlerini bırakıp çoluk-çocuk, bütün aile çadırlarda kalıyorlar. O kadar meşakkatli olmasına rağmen bütün aile çadırda kalmaya razı oluyor. Çünkü o işi seviyorlar, sevilmeyecek bir iş de değil. Bir defa dokunduğun zaman, tutkunu oluyorsun.”
Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle hayata geçirilen ‘Sınır Tanımayan Arılar’, ekibin arılarla ilgili yaptığı ilk ve tek çalışma değil: “Yıllar önce Bal Derneği’nin sponsorluğunda ‘İstanbul'un Saklı Kovanları’ adlı belgeseli yaptık. İstanbul'da arıcılık yapan kişilerle görüştük. Bir de yine Coşkun Aral’ın hazırladığı ‘Balın İzinde’ adlı bir belgesel çektik. O da Türkiye'de balı takip ediyor, bütün ülkeyi geziyor. Gelecekte de arılarla ilgili projelere devam etmek istiyoruz.
‘Aslında sınır yok... ama var’
‘Sınır Tanımayan Arılar’ belgeselinin kurgusunu yapan Batuhan Tunçer ise, sınırı şöyle anlatıyor: “Sınır, yasak dijital dünya da dahil her tarafta var. Dijital dünyada da bir şeylere ulaşmayı engellemeye çalışan bir kesim var ama öte yandan da bunları yıkan bir kesim var. Dolayısıyla, o sınırsızlık anlayışı bir şekilde yolunu bulacaktır, diye düşünüyorum. Çünkü belgeselde de insanların anlatıları o yöndeydi. Çekim yapmaya giden kimse ‘Sınır tanımayan arılar’ kelimesini kullanmadı. Bunun kullanılmasını hiç birimiz istemedik. Bir sır olarak kalsın istedik ama insanların hep söyledikleri şey: ‘Arılar sınırlar tanımıyor. Neden sınırlar var?’ İnsanları meşgul eden bir konu ve muhtemelen bir çözüm bulacakları şey tam da bu.”
Ermenistan'da Maria Yeğiazaryan'ın üstlendiği çekimleri de kurgulayan Tunçer, çok fazla yönlendirmemelerine rağmen, benzer röportajların ortaya çıktığını ve hikâyelerin birbirinin devamı olduğunu söylüyor: “Ermenistan'da çekim yapacak arkadaşlara sadece konuyu anlattık. Dolayısıyla, aslında aradığımız şey insanların hayal ettikleri şeyi bulmak ve yaşadıkları dünyayı göstermekti. Türkiye'de ve Ermenistan'da yapılan çekimler arasında bir fark yoktu. Anlatım dili aynıydı. Her iki tarafta da insanlar aracılığı aynı şekilde yapıyor. Aslında sınır yok... ama var. Kendi kafamızda yarattığımız bir sınır var. Röportajlarda ‘Karşılıklı birbirimizin hatırını soruyoruz’ da diyorlardı. Dolayısıyla aslında sınır sadece sözde kalan bir durum. Hem Türkiye hem de Ermenistan için sınırların kalkmasını istemeleri filmdeki en önemli noktaydı, diye düşünüyorum.”