Bu hafta, iki sene önce yapılmış bir sergi hakkında konuşmak için Can Aytekin’in kapısını çalıyoruz. Sanatçının Ortaköy’deki atölyesinden çıkan, bu sergiye dair notlar, fotoğraflar, maketler, çizimler ve resimler, sohbetimizi, çok sayıda görsel malzemenin eşlik ettiği bir yolculuğa dönüştürüyor.
Birkaç hafta önce, 2014 tarihli bir sergi kataloğu ulaştı gazeteye. ‘Her Şey Yerli Yerinde’ başlığını taşıyan kataloğun kapağını kaldırıp henüz birkaç sayfa çevirdiğimde, şu anda nerede olduğu bilinmeyen bir Ermeni Soykırımı anıtının fotoğrafına rastladım. 1919 yılında Taksim Gezi Parkı’nın yanındaki Surp Agop Mezarlığı’na dikildiği rivayet edilen, Teotig’in ‘Huşartzan Abril 11i’ [11 (24) Nisan Anıtı] adlı kitabının kapağında fotoğrafı yer alan bu anıt, bir süre sonra ortadan kaybolmuş, akıbetiyle ilgili –bazı parçalarının bir askerî müzede saklandığı da dahil olmak üzere– türlü spekülasyonlar üretilse de bir daha bulunamamıştı.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü’nün gravür atölyesinde ders veren sanatçı Can Aytekin, bu anıta dair edinebildiği parça parça bilgiler ve tek bir fotoğrafla, bir dizi maket, desen ve resim üretmiş. Bu çalışma, 2014 yılında Versus Art Project’te açtığı, ismi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dizelerini hatırlatan ‘Her Şey Yerli Yerinde’ adlı sergisinin yalnızca bir bölümünü oluşturuyor. İstanbul’da doğup büyüyen sanatçı, şehrin hemen her gün gezindiği sokaklarında rastladığı ya da eskiden orada olduklarını bilse de artık göremediği anıtları ele alıyor. Sonuçta ortaya bir rota çıkıyor – Talat Paşa ve Enver Paşa’nın mezarlarını barındıran Abide-i Hürriyet’le eskiden Harbiye’deki Ermeni mezarlığında duran Soykırım Anıtı’nın bir arada bulunduğu bir rota...
Mekân içinde mekân yaratmak
“Son sergilerimde gördüğümüz ya da göremediğimiz, şehrin farklı katmanları arasında kalan birtakım anıtları ve nesneleri yorumladım. ‘Her Şey Yerli Yerinde’ sergisinde kullandığım formlar ve heykeller İstanbul’da zaten vardı. Onların biçimini değiştirmedim, ancak aralarında bir ilişki kurmaya, biçimsel sızmalar yaratmaya çalıştım. Odaklanarak baktığınız şeyler değil de, her gün yanından geçtiğiniz, dikkatinizi vermeseniz de aklınıza yerleşen, bazı aşina biçim ve ilişkiler üzerinde durdum. Bu belirsiz atmosferi yakalayıp hatırlamaya, hafıza temelinde görsel bir kurgu yaratmaya çalışıyorum.”
Yapıtlarını yazı, resim ve mimari gibi farklı alanlar arasındaki ilişkiler üzerine kurgulayan sanatçının bu serideki yaklaşımının izleri, 2005 yılında açtığı ilk sergisi ‘Tapınak Resimleri’ne kadar uzanıyor. “ ‘Tapınak Resimleri’, o yıllarda yeni açılan modern sanat müzesini, yeni galeri mekânlarını, yani sanat tapınaklarını mimariyle ilişki içinde ele alan bir sergiydi. Ben hemen her gün atölyeme geliyorum ve bu atölye mekânını dönüştürüyorum, burada bir sergi kurmaya çalışıyorum, geçici de olsa bir mimari yaratıyorum. Yaptığım ‘tapınaklar’ da, geçici olarak yaratılan ve sonra kaybolan o mimariyle ilişkiliydi.”
Aytekin, benzer bir yaklaşımla, çalışmalarında ele aldığı anıtları, üç boyutlu maket, çizim ve tuval üzerine resimlerle, farklı şekillerde yeniden yaratmış atölyesinde. Abide-i Hürriyet’in artık girilemeyen namazgâhına, kendi deyişiyle ‘kripto odası’na, bir yıl süren çabalarına rağmen erişemeyince, Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan aldığı ölçülerle, kendi atölyesinde, o altıgen odanın bir maketini yapmış. Böylece atölye mekânı içinde yeni ve anıtsal bir mekân yaratırken, aynı zamanda bu erişilmez odayı içine girilebilir hale getirmiş.
Hayalet heykeller
Sanatçının ‘Her Şey Yerli Yerinde’ sergisi kapsamında ele aldığı anıtlar, Taksim’den Beşiktaş’a, oradan Ortaköy’e, oradan da Çayırbaşı’na uzanan bir güzergâhın kâh görünen, kâh görünmeyen duraklarını oluşturuyor: “Olan olmayan, görülen görülmeyen, şehrin farklı katmanlarında var olan o nesneler ve heykeller arasındaki biçimsel ilişkiyi, çizerek, resmederek ya da maketler üreterek bulmaya çalışıyorum.”
“Bunlar aslında yan yana duruyor, her gün önlerinden geçiyoruz ama onları görüp görmediğimiz belli değil. Abide-i Hürriyet’in yakınında bir adliye binası var, hastane var, önünden yol geçiyor... Anıt pek gösterilmek istenmiyor gibi. Yine de, orada bu mezarlar, anıtlar var. Yok olanların da bazı kayıtları, fotoğrafları bugüne ulaşmış. Ben de, arkeolojik bir çalışma yapar gibi, bunları kazıp bulmaya çalıştım.” Bu seride görmek ve hatırlamak için inşa edilen anıtların görünmezliğini ele alan sanatçı, Robert Musil’in “Dünyada anıt kadar görünmez bir şey yoktur” sözünü hatırlatıyor.
‘Anıt donmuş bir formdur’
“Aslında anıt meselesi güncel sanat için çok demode” diyen Aytekin, bu konudaki kendi yaklaşımını şu sözlerle açıklıyor: “Anıtı ancak bir dekonstrüksiyon halinde kullanabiliyoruz, manasını değiştirerek ya da ambalaj altında gizleyerek. Bu, kolaylıkla nostalji tuzağına düşülebilecek, riskli bir konu. Benim burada yapmaya çalıştığımsa, tek başına anıtların arkeolojisini ele almak değil, biçimsel ilişkiler üzerine bir sergi kurmaktı.”
“Anıt donmuş bir formdur; tek bir şey söyleyen ve sürekli onun altını çizen bir form... Ancak insanlar onun yanına gittikçe yaşıyor, hayata katılabiliyor. Ben bu donmuş formları yorumlayarak, aralarındaki biçimsel sızmaları araştırarak kaydetmeye çalışıyorum. Aralarındaki ilişkiyi, nostaljik bir tavra, estetik bir yoruma girmeden, geometri ve basit bir çizimle kuruyorum. Yaptığım, hem kayıt hem de yorum. Bir güzergâhta yürürken not tutmak gibi bir şey bu. Fazla bilgi verme amacı gütmüyorum. Üzerini izleyici tamamlıyor.”
Yeniden yapılan Soykırım Anıtı
Soykırım Anıtı’nın, cepheden çekilmiş tek bir fotoğrafını bulmuş olsa da, farklı cephelerini hayal ederek, resimlerinde ve ürettiği maketlerde yeniden yaratmış sanatçı. “Anıtın durduğu yere ve parçalarının şu anda nerede saklandığına dair farklı söylentiler vardı. Konu, üzerine gidildikçe belirsizleşiyordu. Bu durum tam da benim niyetimle uyuşuyordu. Bu kayboluş, somut nesneler ile hafıza arasındaki geçişler, sergimin konusunu oluşturuyordu. Çamur ve ahşap kullanarak anıtın maketlerini yaptım. Onu anlayabilmek ve görebilmek için etrafında gezinmem gerekti. Sonra farklı ışıklar altında fotoğraflarını çektim, en son da resmini yaptım.”
Anıtlara estetik bir kaygıyla yaklaşmadığını belirten Aytekin, seçtiği anıtlar arasında bir hiyerarşi de kurmadığının altını çiziyor: “Onlar var oldukları, biz onlarla birlikte yaşadığımız ve onlardan etkilendiğimiz için ortada nesnel bir durum var. Bu anıtlar arasında bir hiyerarşi yok bana göre. Mesela bu sergide beton bir bariyer kullandım, çünkü Gezi Parkı direnişinden sonra İstanbul’un her yeri bariyer oldu, bunlardan bazıları, örneğin Akbank Sanat’ın önündeki bariyer yaklaşık üç ay kaldı orada, âdeta bir heykel gibi. O da bir şekilde bizim hayatımıza katıldı, müdahalede bulundu.”
Mühendislikten güncel sanata
Son sergilerinde, tuval resimlerinin yanı sıra, kalıcı malzemelerle yaptığı objelere de yer veren sanatçı, bu şekilde yaratmaya çalıştığı görme deneyimini şöyle açıklıyor: “Mimar Juhani Pallasmaa, ‘çevrel görme’ - ‘odaklanmış görme’ ayrımından bahseder. Odaklanmış görmede bir kadraja bakma söz konusudur; çevrel görmede ise, etrafınızda bir şeyler olmasına rağmen, onları tam olarak görememe durumu. Çevrel görmeyi var edebilmek için bu nesneleri yapıyorum, bu yüzden o kadar büyük ebatlı tuvalleri kullanıyorum.”
Peki, bu işler nasıl ortaya çıkıyor? Aytekin, üretim süreçlerinin nasıl şekillendiğini şu sözlerle anlatıyor: “Uzun zamandır üzerinde çalıştığım bazı temalar var, İstanbul’la, kendimle, resim tarihiyle ilgili. Bunlara dair görsel ve yazılı notlar biriktiriyorum ve hepsini ayrı sergiler bağlamında toparlıyorum. Biriktirdiğim notlar üzerine birtakım geometrik çizimler yapıyorum. Ben aslında önce mühendislik okudum, Akademi’ye sonradan girdim. ‘Mühendis’, hendese yani geometri bilen, geometriyle uğraşan demekmiş. Son iki sergimde yaptığım tam olarak bu. Biçimler, çizimler, maketler, kâğıtlar, tuvaller ve üç boyutlu nesneler birbirini tamamlıyor. Bir yandan da kendimi saklamaya çalıştığım söylenebilir. Konularımı büyük bir üslupla resimleştirmiyorum. Basitçe aralarındaki ortaklıkları kaydediyorum. Notlarım ve araştırmalarım beni hızlandırıyor, sonra da hepsi bir sergi bağlamında şekilleniyor.”
Yapbozu oluşturan yüzler
Can Aytekin 22 Eylül’de Versus Art Project adlı sanat galerisinde ‘Ters Yüz’ adlı bir kişisel sergi açtı. 15 Ekim’e kadar devam eden sergideki yapıtlarında yeni bir teknik deneyen, bir nevi yüzey resimleri yapan Aytekin, serginin anahatlarını şöyle çiziyor:
“Uzun zamandır yüzler üzerine düşünüyordum. Yüz üzerine desenler çiziyor, notlar alıyordum. Okuldaki gravür atölyesinde çalışırken, bazı ahşap kalıplar kesip onlara şekil vermeye başladım. Sonra da bu kalıpların izini aldım. Bunları parmak izleri gibi düşünebilirsiniz. Hikâyeyi bilirsiniz; Hazreti İsa Golgotha Tepesi’ne giderken düşer, Azize Veronika ona mendilini uzatır, İsa’nın yüzünü sildiği mendilde imgesi çıkar. Bu tür bir düşünceyle devam ettim ve ahşap kalıpların bir yüzünü kırmızı, diğer yüzünü yeşil mürekkeple boyayarak, bunları üst üste basmaya başladım. Bu renklerin üst üste gelmesiyle üçüncü bir renk, siyah girdi kompozisyonlara. Burada portre ya da betimlemelere değil, bir binanın, elbisenin ya da kâğıdın yüzü gibi farklı yüzlere işaret ediyorum. Bir şeyin görünen ve görünmeyen tarafı, önü ve arkası gibi... Sergide 40 farklı ahşap kalıp, 200 farklı şekilde bir araya gelen desenleri oluşturuyor, bir yapbozun parçaları gibi çoğalıyor. Ortada tek, odaklı ve tamamlanmış bir görme deneyimi yok, sürekli açılan bir oyun var. Her baktığınızda resim de değişiyor, siz de değişiyorsunuz.”