İstanul’da düzenlenen BM Dünya İnsani Zirvesi, sivil toplum örgütlerinin yoğun ve haklı eleştirileri altında yapıldı. Zirveden akıllarda kalan ise ‘ayıpları örten bir incir yaprağı’ benzetmesiydi.
Birleşmiş Milletler’in bugüne kadar ilk defa düzenlediği ‘Dünya İnsani Zirvesi’, dört yıllık bir ön hazırlığın ardından, 23-24 Mayıs günlerinde İstanbul’da yapıldı.
Hakkında zaten soru işaretleri bulunan bu zirveye, ‘Sınır Tanımayan Doktorlar’ örgütünün, “Ayıpları örten bir incir yaprağından” başka bir şey olmadığını açıklayarak katılmayı reddetmesi ve Türkiye’den hak örgütlerinin davet edilmediğinin ortaya çıkmasıyla, zirveye yönelik soru işaretleri iyiden iyiye artmıştı. İki gün boyunca liderlerin katıldığı 7 yuvarlak masa toplantısı, 15 özel oturum ve 130 panelin yapıldığı zirvede mümkün olduğunca etkinlikleri yerinden takip etmeye çalıştım. İstanbul’daki ilk zirvenin ‘kazanımları’ olsa da insani krizlerin çözümüne dair somut bir adımın ortaya konduğunu söylemek çok zor, ‘Sınır Tanımayan Doktorlar’ın ‘ayıpları örten bir incir yaprağı’ benzetmesine katılmamaksa mümkün değil.
Eleştiriler
Liderlerin katıldığı oturumları medyada çokça yer bulduğu için bir kenara bırakarak, zamanımın büyük bölümünü yan etkinliklerin yapıldığı Lütfi Kırdar Kongre Salonu’nda geçirdim. 130 panelin hepsinde yer almak elbette mümkün olmasa da, etkinliklerin yapıldığı salonlar aynı koridora açıldığı için katılımcıların büyük kısmıyla etkileşime geçmek oldukça kolaydı. Zirveyle ilgili aktarılması gereken belki de ilk izlenim, insani yardıma muhtaç olan veya bu yardımları hâlihazırda kullanmakta olan grupların, mesela Suriyeli mültecilerin bu koridorlarda ve salonlarda olmayışıydı. Nihayetinde bu yardımı kullanacak kişilere talep ve şikâyetlerini aktarmaları için böyle bir zirvede daha geniş bir platform ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Yardım alanların karar mekanizmalarında olmadığı çok açık, bu konuda Dünya İnsani Zirvesi neyi değiştirdi, sorgulamak gerekir.
Uluslararası ve yerel basında öne çıkan iki eleştiriyi dikkate alarak, zirveyi genel olarak iki tema etrafında takip etmeye çalıştım. Bu eleştirilerden ilki Dünya İnsani Zirvesi’nin Türkiye’nin insan hakları sicilinin üzerini örtmemesi gerektiği yönündeydi, yerel basında sıkça dile getirilen bu konuyu, en son Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Salil Shetty de gündeme getirdi. Bu açıdan, Türkiye’nin yürüttüğü toplam 22 yan etkinlik gözlemlemeye değerdi. İkinci eleştiriyse, insani yardımın artık milyarlarca dolarlık bir ekonomiye sahip karlı bir sektöre dönüştüğü ve esas amacından saptığı şeklinde… Etkinliklerin bir bölümü de ‘İnsani finansman – İnsanlığa yatırım yapmak’ başlığıyla bu konuya ayrılmıştı. Zirve sonucunda varılan noktaysa kabaca, daha çok paraya ihtiyaç duyulduğu yönündeydi.
Peki, insan hakları?
Türkiye’nin düzenlediği panellerin başlıca konuları, insani yardımda kalkınma, Türkiye’nin insani yardım perspektifi, Suriyelilere sunulan sağlık ve eğitim hizmetleri, göçmen kampı yönetimi, valiliklerin yardım uygulamaları gibi konulardı. Bu panellerde koşulların iyileştirilmesine yönelik somut fikirlerin üretilmesinden ziyade çoğunlukla Türkiye’nin insani yardım konusunda ne denli başarılı olduğuna dair halkla ilişkiler faaliyetleri kapsamında sunumlar izledik. Bir oturumda Türkiye’nin insani yardımlarının anlatıldığı, ülke turizminin tanıtılması amaçlı hazırlanan videolara benzer şekilde, izleyince hemen hemen aynı hissiyatı yaratan bir videoya da denk geldim. Hâlbuki göçmen kamplarında yaşanan tecavüz ve çocuk istismarı ya da geri gönderme merkezlerinde yaşanan insan hakları ihlalleri gibi konuşulması gereken konular varken, bunlar ağırlıklı olarak es geçildi, yine de bütün panellere girme imkânımın olmadığını da hatırlatmam gerekir. Türkiye’nin Dünya İnsani Zirvesi’nde yürüttüğü bu halka ilişkiler faaliyetinin ülkenin insan hakları sicilini örtmeye yetip yetmeyeceği ise tartışma konusu…
BM kamplarında yaşanan benzer durumların da pek gündeme gelmediğini belirtmekte fayda var. Zirvede hak örgütlerinin ve Sınır Tanımayan Doktorlar gibi bir örgütün bulunmayışı bu açıdan oturumların çoğunu tek taraflı kıldı. Bu örgütlerin zirvede yarattığı boşluk ‘doldurulamadı’, hak örgütlerinin davet edilmediği bir ortamda elle tutulur belki de tek oturum Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin Columbia Global Centers İstanbul ve Marmara Belediyeler Birliği’yle birlikte düzenlediği paneldi. ‘Sınır Tanımayan Doktorlar’ın zirveden çekilirken yaptığı açıklamaya tahminimce bir tek bu oturumda değinildi. Doktorlar özetle bu zirvenin dünyanın en savunmasız insanlarının korunması için hiçbir işe yaramayacağını düşündüklerini söyleyip zirvenin savaş hukukunu ihlâl eden devletlere baskı yapmayacağı ve yeni taahhütlerde bulunulmayacağını savunuyor.
Lihtenştayn oturumu
Diğer panellerdeki birbirine benzer tartışmalardan sıkılıp küçük bir ülke olması itibariyle insani yardım konusunun bu oturumda daha masumane tartışılabileceğini düşünerek, Lihtenştayn Dış İşleri Bakanlığı’nın düzenlediği oturuma katıldım. 2015 yılında savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suçlarda BM Güvenlik Konseyi'nde alınacak önlemler için veto ya da ret oyu kullanılmaması için hazırlanan metnin de Lihtenştayn tarafından gündeme getirildiğini hatırlatmam gerekir. Bu oturumda Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Salil Shetty uluslararası topluma yönelik eleştirilerini dile getirirken, devletlerin güvenliğinden ziyade insanların güvenliğinin ön plana çıkması gerektiğini söyleyip ‘mültecilik hakkı’ kavramından bahsetti. Shetty savaştan kaçanların mülteci olma hakkının bulunduğunu, bu insanların geri itilemeyeceğini söyledi. Ancak bu panelde pek parlak değildi; oturumda söz alan BM Genel Sekreter Yardımcısı Jan Eliasson, salondaki birkaç kişiyi isimleriyle işaret ederek, bu insanları neredeyse 25 yıldır tanıdığını, diğer katılımcıların çoğunu da bildiğini söyledi ve BM’nin konuyla ilgili pozisyonunu aktardı. Bu noktada insani yardım konusunu tartışan karar verici topluluğun yıllar içinde fazla genişleyemediği izlenimini edindim. Salonda IŞİD’in elinden kurtulan Ezidi Nadia Murad da vardı ama ona pek söz verilmedi.
Açıklanan rakamlara göre insani krizlerin ‘maliyeti’ 20 milyar dolar, bu rakam son on yılda yaklaşık 5 katına çıkmış. Zirvedeki oturumlarda eline mikrofon alan neredeyse herkesin söylediği şeyse eldeki paranın Suriye, Somali, Sudan gibi uzun süreli krizlerin olduğu bir ortamda yetmediğiydi. İnsani yardımın karlı ve büyük bir sektöre dönüştüğüne dair uluslararası basında eleştiriler olduğunu belirtmiştim. İstenen finansal kaynaklara ulaşılsa bile bu paraların nasıl ve kimin tarafından kullanılacağı soru işareti. Haiti Depremi için oluşturulan fonun yolsuzluğa kurban gittiği, bu konuda BM’nin de adım atmadığı biliniyor. İnsani Zirve’nin sonuçları arasında somut adım olarak kabul edilebilecek tek gelişme bu konuda yaşandı. Uygulamada neler olacağı ise merak konusu…
Paranın yolu
İşin ekonomi kısmında zirvedeki panellerde de gündeme gelen kabaca dört eleştiri hâkim… İlki, insani yardım sisteminin dışardan yürütülen girişimlerden oluşması, bu sebeple sistem mağdur toplumları yönetim anlamında kapsamıyor. Bu durumsa maliyetli, verimsiz, sürdürülemez bir yapı oluşturuyor. Zirveden çıkan en somut teklifse yardımların yerelden yönetilmesi oldu. Toplam paranın yüzde 2’si doğrudan yerel sivil toplum kuruluşlarına giderken, bu rakamın 2020’ye kadar yüzde 25’e çıkması öngörülüyor. İkincisi, mağdur toplumların insani yardım hareketlerinin de merkezinde olması, karar alıcı noktalarda bulunmaları gerektiği yönünde. Üçüncü olarak, yardım kuruluşlarının denetlenme sorunu, sektördeki harcamaları gözlemleyen Küresel İnsani Destek kuruluşundan Charlotte Lattimer, şu an yardım paralarının BM ve diğer uluslararası kuruluşlara ulaştıktan sonraki akıbetinin çok iyi bilinmediğini, ihtiyacı olan kişilere ulaşana kadar araya başka aktörlerin de girdiğini söyledi. Zirveden bu tür verimlilik ve denetim harcamaları için 1 milyar dolarlık bir bütçe ayrılması kararı da çıktı. Son noktaysa, insani yardım sektöründe kaynakların ve gücün az sayıdaki kurumda toplanması… Dünya Gıda Programı 14 bin kişilik çalışan sayısıyla dünyanın en büyük yardım kuruluşu ve 2015’te toplam bütçenin yüzde 22’sine sahip oldu. Keza BM Mülteci Ajansı ve UNİCEF toplamda 19 milyar doları yönetiyor. Ancak sektör alabildiğine büyürken ulusal hükümetler, diaspora kuruluşları, özel kuruluşlar ve gönüllüler derken, sektördeki tekelleşmeye karşı oluşan baskı zirvede de gündemdeydi. Gücün ve paranın dağılıp yerelleşmesiyse ileride büyük aktörlerin işlevsiz kalmasıyla sonuçlanabilir.