HERKÜL MİLLAS

Herkül Millas

ALGI(LA)MAK

‘Sen Bir Başka Gittin’

Romanların bir zayıf, bir de güçlü yanı var. Kurgudurlar, yani gerçeğin kendisi değil, algısıdırlar. Ama öte yandan, çok etkileyicidirler; roman kahramanları gözümüzün önünde canlanır, inandırıcı olur ve yeni bir tür gerçeğe dönüşürler. Simge olurlar. Komşumuzu unuturuz ama Ana Karenina’yı ya da Felatun Bey’i, eski bir tanıdık gibi, hep hatırlarız. Onların başına gelenler bizi üzer, heyecanlandırır, sinirlendirir, sevince boğar, ağlatır, güldürür. Bunu tarihçiler, sosyologlar, ruhbilimciler başaramaz; varsın inandırıcı sayılarla dramlar ve komedilerden söz etsinler. Romanlar bizim duygularımıza hitap eder, bilim insanlarının ürünleri ise değerlendirme, tartıp sınıflandırma ve muhakeme etme yanımıza. Her ikisi de ‘gerçek’ denebilecek bir duruma yakın olabilir, ama olmayabilir de. Başka türlü söylersek, birilerimizin doğruları başkaları için doğru olmayabilir. (Bunun kabulü ise birileri için çok zor; inanç halısının ayaklarının altından çekilmesi gibi geliyor onlara, göreceli olan her gerçek!) 

Son dönemde bana en ilginç gelen Türkçe romanlar, bir çalışmamda “göç romanları” dediklerimdir (‘Öteki ve Kimlik’, İletişim, 2005). Bunların bir kısmı nüfus mübadelesi ve genel olarak göç olayıyla, bir kısmı da bastırılmış kimliklerle ilgili romanlardır. Birbiriyle belli bir ilişki içindedirler; gidenler unutturulmuş, gelenler dışlanmış veya hepsinin kimlikleri bastırılmıştır. Cumhuriyet Türkiyesi’nde resmî kimliğin dışındaki farklılıklar onyıllarca yok sayılmıştır. 1990’ların sonunda ve özellikle 2000’li yıllarda piyasada bu ‘kimlikler’ roman aracılığıyla yaygınlık kazandı. Kimi romanlarda gidenler (kovulanlar) söz konusu olmuş, kimilerinde gelenlerin Türkçe konuşmadıkları, kimilerinin kimliklerinin bastırıldığı, sitemli bir dille ortaya çıkarılmış. Örneğin, Bektaşilerin başına gelenleri ben bu romanlarda okudum. ‘Gelenler’ değil ‘bastırılan kimlikler’ grubunda olan Kürtlerle ilgili romanlar da bu sınıfa girer. Tabii, dindar kimliği taşıyan insanların romanları da öyle, ilk örnekleri çok daha önce görülse de.

Belki benim ihmalimdir ama, Süryanilerle ilgili ilk romanı geçenlerde okudum: ‘Sen Bir Başka Gittin’ (Liz Behmoaras, Doğan Kitap, 2015) Bu ülkede yaşayan azınlıkların alınyazısıdır herhalde, hep bir yerlere giderler, Türkiye’yi terk ederek. Romanın kahramanı ‘bir başka’ gitmedi aslında, öteki azınlıklar gibi gitti o da. Ama her gidişi bir başka hisseder geride kalanlar da, gidenler de her seferinde. Romandaki kahramanımız Efrem, Mardin, İstanbul ve Paris arasında dolanır. Köyünden kopmaya karar vermiştir, ancak bir şeyler onu hep oraya çeker. Baba evini satmaya gelir ama çocukluk günlerini canlandırır bir-iki sıradan ayrıntı – odanın bir köşesi, babasını tanımış olan bir komşu, bir mezar taşı. Bir türlü elden çıkaramaz onu eski topraklara bağlayan son şahidi, bir zamanlar ev bildiği mekânı.

Yazar, kahramanlarını çok gerçekçi kılmış. Ne ideal insan var, ne kötü ötekiler; inandırıcı, sıradan, her gün karşılaştığımız insanlar... Yurtdışında başarılı bir kariyeri olan Efrem’in dışında, İstanbul’da kalmış ve Süryani geleneklerini terk etmemiş akrabaları görüyoruz ve farklılığı sürdüren Süryaniliğin özelliklerini öğreniyoruz – dinî bayramlarını, geleneksel yemeklerini, umutlarını, kaygılarını... Fransa’da olsun, Mardin’de olsun insanlar çok benziyor birbirine, farklılıklarına rağmen. Onları ayıran, güvensizliktir, romanda açıkça söylenmeyen ama baştan sona hep hissettiğimiz. İnsanlar bu yüzden gitmişlerdir, bu yüzden her şeyi satıp yeni bir hayata başlamak isterler hep, pek de başaramadan.

Aşk da sorunludur. Müslüman ve Hıristiyan kökenli iki insanın birbirini sevmesi romanda normal bir olay olarak anlatılır ama bunu böyle kılan yazarın iyimserliğidir. Hıristiyan Efrem ve Müslüman Zuhal zaten özel kimselerdir. Asıl durumu, Mardin yöresinde yaşanan daha eski başka bir aşk olayında anlıyoruz: Hıristiyan erkeğe ve Müslüman kadına kendi ailelerinin yaptıkları, hayat boyu unutulmayan travmalara neden olur. Onları ayırırlar; kadın biriyle zorla evlendirilir, erkek ise ömür boyu evlenmez.

Romanı bitirmeden elimden bırakamadım. Sardı ve sürükledi. Ne olacak diye merakla okudum, ama sonunda çarpıcı bir şey olmadı. Hayat aynen devam etti, birileri boşandı, birileri evlenmeye karar verdi. Yeni işyeri açanları okuduk, bazı dostluklar aynen devam etti, yaşlılar öldü, çocuklar büyüdü. Bundan dolayı romanı çok gerçekçi buldum. Hayatta da aynen öyle olur zaten; beklentilerimiz hep, ele geçirilenlerden daha çoktur.

Yazarın kadın olduğu akıldan çıkmıyor. Kadın kahramanlar daha bir inceden ele alınmış. Yazarın bir de azınlıklara yakın olması, her sayfada hissedilen duyarlılığı açıklıyor. Süryani değil yazar, ama ötekileştirilmiş bir kimlik sahibi olduğundan, konuyu iyi işlemiş. Damgasını da vurmuş metne, Müslüman kadını gayrimüslim erkeğe âşık kılıp, –hayatta değil, romanlarda egemen olan– temel tabuyu yıkarak.

Tatlı bir hüzün var romanda. Kimlikleri bastırılmış insanların bu havaya nasıl alıştıklarını öğreniyoruz. Umuda fırsat veren bir iyimserlik de var. İnsanlarımızı iyi anlatmış. Çıkıp gitmelere de, zorbanın baskılarına da, hatta ölümlere de bağışıklık kazanmış bir tür insan türünü tanıyoruz. Kriz içinde bulunan ülkelerimi dizi seyreder ve hikâye okur gibi izlemekten olsa gerek, bir süredir roman okumamıştım. Bu roman iyi geldi, uzun vadede neyin önemli, neyin ikincil olduğunu hatırlattı bana. Çevremizle ve kimliğimizle barışık olmak, sevmek ve sevilmek ve biraz şanslı olmak, siyaset cambazlarını izlemekten daha anlamlı sanki.