OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Ağır çekim tehcir

1920’ler ve 30’lar boyunca on binlerce Ermeni Anadolu’dan ayrılmak zorunda kaldı ya da gönderildi. Bu dönemde yaşanan, tabiri caizse ağır çekim bir tehcirdir, daha doğrusu tehcirin ağır çekim devamıdır.

Geçen hafta, Taner Akçam’ın Aras Yayıncılık’tan çıkan ‘Yüzyıllık Apartheid’ başlıklı kitabı üzerinden Türkiye’de ilk günden bu yana kurulan ayrımcı siyasi ve sosyal düzeni konuşmaya başlamıştık. Bu hafta başka örneklerle devam edelim.

Özellikle Hıristiyanlara ve Yahudilere karşı bu ayrımcı sistemin temelinin 1920’ler ve 30’lar, hatta 40’lar boyunca atıldığını söylemiştik ki bu da aslında Birinci Dünya Savaşı yıllarında, hatta daha da önce başlayan devlet politikasının bir devamıydı. Bu kapsamda, Akçam’ın da söylediği gibi, devletin nüfus mühendisliği politikaları da bu süre boyunca devam etti. Merkezî hükümet, taşrada yerleşik, başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan grupların yerleri, sayıları, temel özellikleri hakkında devamlı olarak bilgi toplamış ve gerekli gördüğünde Ermenileri toplu olarak bir yerden bir yere göç ettirmiş ve belli yerlerde toplanmalarını yasaklamış. Merkezî hükümetin temel hedefi, Ermenileri mümkün olduğunca köylerden ve kırsal kesimden çıkarıp, şehir ve kasaba merkezlerine yerleştirmekti (taşradaki kimi vilayet merkezlerine gönderilmiş bu türden talimatlar için Akçam’ın kitabının 76. ve 77. sayfalarına bakılabilir.) Bu göç ettirme, yıldırma politikaları vasıtasıyla yapıldığı gibi kimi zaman doğrudan emirlerle de yapılmıştır. 1929’da Diyarbakır’da ve Mardin’de Ermeni ve Süryani dinî liderler öldürüldü, kiliseler bombalandı, yakıldı. Üstüne bir de Ermeniler suçlandı, işkence gördü. Akçam’ın aktardığı gibi, bir Ermeni bu durumu şöyle tarif ediyor: “Yaşama şansımız yok, zulme uğradık, şüphelenildik, soyulduk, kötü muamele gördük, hapse atıldık, yargılandık ve eğer şanslıysak sınır dışı edildik” (s. 91). Velhasıl, 1920’ler ve 30’lar boyunca on binlerce Ermeni Anadolu’dan ayrılmak zorunda kaldı ya da gönderildi. Sonuç olarak, bu dönemde yaşanan, tabiri caizse ağır çekim bir tehcirdir, daha doğrusu tehcirin ağır çekim devamıdır.

Bu dönem boyunca Hıristiyan ve Yahudi vatandaşların fişlenmesi de büyük bir titizlikle yürütülmüştür. Üstelik bu dinlerden çıkıp İslam’a geçmek yani ‘dönme’ olmak da fişlenmekten kurtulmalarına yol açmamıştır. Taner Akçam’ın biraz daha geç bir dönemden, 1945’ten aktardığı bir belge, bilgi toplama işinin ne kadar ayrıntılı biçimde yapıldığını ortaya koyuyor (s. 85). Bu belgeden, tüm illerdeki Ermeniler hakkında şu bilgilerin toplandığını öğreniyoruz: mevcut Ermeni nüfusu; Ermeni nüfusunun artıp artmadığı, artıyorsa ne kadar arttığı; vilayet merkezleri, kazalar, nahiyeler ve köylerdeki Ermeni sayısının ayrı ayrı tespiti; ne zamandır orada oldukları ve yaptıkları işlerle “zenginlik fakirlik derecelerinin” tespiti. Sorulması gereken soru şu: Devletin bir topluluk hakkında bu kadar ayrıntılı bilgi toplamasının sebebi nedir, devlet neden bu bilgileri toplar? Devlet, bunları öğrenip ne yapacaktı, ne yaptı? Bu sorunun, “onları kontrol altında tutmak, fazla büyüdüklerinde de budamak için”den başka cevabı olabilir mi? Ancak, bir topluluğu kuşaklar boyunca bir tehdit olarak damgaladığınızda onu kontrol altında tutmak istersiniz. Bu zihniyete göre, o topluluğun içine doğmuş biri otomatikman ve potansiyel olarak suçlu oluyor ki bu da ayrımcılığın, ırkçılığın tanımlayıcı özelliği zaten.

Üzerinde durmak istediğim bir başka konu da evlilik meselesi, çünkü hem ilginç hem de Hıristiyanlara ve Yahudilere yapılan ayrımcılığın yanı sıra devleti yönetenlerin kadına bakışını da yansıtıyor. Bu konudaki politikayı en kısa hâliyle özetlemek gerekirse, Türk erkeklerin, özellikle de devlet memurlarının Ermeni ve diğer Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmeleri yasaklanırken, gene özellikle devlet memurlarının Kürt kadınlarla evlenmesi teşvik ediliyor. Hatta, Kürt bölgeleri hakkındaki bir müfettiş raporunda, asker ve memur olarak batıdan gelip Kürt kadınlarla evlenen Türk erkeklerine arazi verilmesi önerisinde bulunuluyor (Akçam, s. 33). Kürt kadınlarla evliliği teşvik etmenin arkasında asimilasyon amacını görmek çok zor değil ama burada asıl ilginç olan, iktidar sahiplerinin Hıristiyan ve Yahudi kadınlar ile Kürt kadınlar arasında yaptığı ayrım. Belli ki Kürt kadınların asimile edilebilecekken Hıristiyan ve Yahudi kadınların edilemeyeceğini düşünmüşler. Başka bir deyişle, bu anlayışa göre bir Türk erkek bir Kürt kadınla evlenirse onu kendine benzetip, kendine tabi kılabilir ama bir Ermeni, Rum veya Yahudi bir kadınla evlenirse ona benzer, onun ‘dümen suyuna girer’ ve artık ona güven olmaz. Burada muhtemelen ana etken din farklılığı. Ama insan düşünmeden de edemiyor, acaba burada ‘fettan, insanı baştan çıkaran gayrimüslim kadın’ imajının da bir rolü olabilir mi?