Üç İstanbul

İki yıldır zorunlu ikametgâhım Bakırköy Kadın Cezaevi’nde, haliyle okumaktan başka, pek bir şeyim yok. Arka arkaya sekiz sezon dizi izler gibi, arka arkaya durmadan okuyabiliyor insan. Kendince sıralamalar yapıyor, bazen de hayat sürprizler yapıp kendi sıralamalarını yaratıyor, geçen hafta da böyle oldu. Hayat kendi sıralamasını yaptı. Önümde üç kitap, üçünü de Aras basmış, üçünün de sırtında “anı” yazıyor. Biri Zabel Yesayan’ın ‘Silahtar Bahçeleri’, biri Hraç Kırmızıyan’ın ‘Nereden Nereye’si, sonuncusu da Michael Asderis’in ‘Dersaadet’i.

Önümdeki üç kitabın şehrim İstanbul’un son 150 yılını önüme sereceğinin farkında değildim tabii. Bir kadın ve iki erkeğin anılarından Konstantinopolis’i, Dersaadet’i, Polis’i, Asitane’yi bir bütün olarak görmek ve memleketin bugününe bakıp ah etmemek mümkün değil. Hem çok öğretici hem de çok üzücü…

Zabel Yesayan 1878’de Üsküdar’da, Hraç Kırmızıyan 1929’de küçük bir Rumen şehri olan Ploieşti’de, Michael Asderis ise 1950’de Nişantaşı’nda doğuyor. Bu birbirini muhtemelen hiç tanımayan üç insanın hikâyeleri önüme şehrimin, Polis’in 150 yılını seriyor.

Yesayan’ın ‘Silahtar Bahçeleri’ yazarın çocukluğuna ve ilk gençliğine dair. O günlerin İstanbuluna, Üsküdarına götürüyor bizi. Yesayan ‘Silahtar Bahçeleri’ni 1935’te Sovyet Ermenistan’ında kaleme alıyor, hayata dair -çoğu acı- hemen her şeyi öğrenmiş artık, yine de çocukluğuna bir çocuk gözüyle bakabiliyor hâlâ. Dönemdaşı Halide Edib’in ‘Mor Salkımlı Evi’yle büyükçe bir edebi kardeşliği var bence, muazzam bir dil Esayan’ın dili, sarih, sınıfsallıktan okuma, 1915’in sinyalleri.

Kırmızıyan ve Nansen Pasaportu
1929’da yaklaşık 50 Ermeni ailenin yaşadığı Ploieşti’de doğan Hraç Kırmızıyan, soykırımdan kurtulmuş bir ailenin oğlu. “Yazgınız dünyanın dört bir yanına savrulan bir milletin üyesi olmaksa, kader size net bir kimliğe sahip olma hakkı tanımıyor” diye anlatıyor hayatlarının sonuna kadar Nansen Pasaportu ile yaşamak zorunda kalan annesiyle babasını. Annesi Şnorhig 1903’te Çanakkale’de doğmuş, hayatını dönemin Trabzon kaymakamı (-ve ailesinin tanışı) Samih Rıfat’a borçlu. O zamanlar, hiç de olacak iş değil ama, 1920’ler İstanbulunda kendi trikotaj atölyesini kuruyor. 1903’te Sivas’ta doğan ve yolu Şnorhig’le İstanbul’da kesişen baba Vahram ise, 1920’ler İstanbulunda  Ermeniler için hayat iyice zorlaşınca Romanya’ya gidiyor. Şnorhig yine bir kadından beklenmeyeni yapıyor, sevdiği adamın peşinden gidiyor Romanya’ya.  1934-1950 arası, yurtdışındaki Ermeniler Türkiye uyruğundan çıkarılınca, 20.yüzyılın en “tuhaf” belgelerinden biri Kırmızıyanlar için de devreye giriyor: Nansen Pasaportu. Rusya’nın büyük yazarı (-ve Nansen Pasaportu sahibi) Nabokov’un anlatımıyla “çok aşağılık bir belge” Nansen Pasaportu. Bu pasaportu taşıyanlar şartlı tahliye edilmiş bir suçludan biraz daha iyi muamele görürlerdi.

Zabel Yesayan 1915 sonrası kendini önce bir Türk kadını, sonra bir Rum dantelacı diye tanıtarak Bulgaristan’a kaçmayı başarıyor, oradan Paris’e geçiyor, 1933’te Sovyet Ermenistan’ına yerleşiyor. ‘Silahtar Bahçeleri’ni kaleme aldıktan iki yıl sonra, 1937’de Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanıyor, 1942 ya da 1943’te, bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde ölüyor…

Michael Arsedis ve Tatavla Yangını

Üçüncü hemşerim Michael Arsedis ise bu tarihlerde henüz doğmamış ama farklı uyruklardan, bazıları Yunan, bazıları Osmanlı vatandaşı Rum Ortodoks baba tarafıyla, Ermeni, İtalyan, Bulgar ve Yunan karışımı anne tarafı 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Polis’te. Bu şahane karmançorman ailelerin Bizans olduğunu söyleyenler varmış, haksızlar diyemeyeceğim…  

Michael 1950’de doğuyor ama annesi babası Cumhuriyet’ten önce ve sonra Müslüman olmayanların çektiği bütün acıları, endişeleri, korkuları kolektif hafızalarında elbette sonraki kuşaklara (- ve Michael’e) taşıyorlar. Michael’in hayata bakışı “pasaportlar ve milletler umurumda olmaz” şiarıyla şekillenen anneannesi Arus mesela, Mübadele kararının alınmasından sonra çok zor zamanlar geçiriyor, zira kimin gidip kimin kalacağı konusunda rivayetin bini bir para.  İlk önce Tatavla mübadeleye tâbi deniyor, sonra olmadığı ortaya çıkıyor, sonra “olduğu yerde kalmaya” Polis doğumlu olma önkoşulu getiriliyor. Sonunda İsmet İnönü “Rum azınlık rahatsızlık vermemek koşuluyla şehirde kalabilir” diyor. Michael’in Tatavla’da yaşayan Polis doğumlu annesi Eleni, bunu duyunca  rahatlıyor, çünkü kimseyi rahatsız etmediğinden emin. Eleni kalıyor. Mahallesi Tatavla’da büyük bir yangın çıkıyor, kilise itfaiyelerinin müdahalelerine izin verilmiyor, o gece beş yüz kadar ev yanıyor, sokakların, caddelerin adı değişiyor bir iki ay içinde, Türkleşiyor. Tatavla Kurtuluş oluyor, “gayri Müslüm nüfustan kurtuluş”.

1920’ler İstanbulunun sokaklarında hala Ermenice, Rumca, Ladino, Türkçe karmançorman bir dil konuşuluyor, hepsini bilmezsen ne dendiğini anlamanın pek de mümkün olmadığı. 1800’lerin sonu 1900’lerin başındaki İstanbul’a dair Yesayan’ın anlattıklarını da çok farklı değil: “Rum olsun, Ermeni olsun, insanlar sorunlarını sokakta çözerdi” diyor, yazdıkları bana eski Yunan’ın agoralarını anımsatıyor, her şey ortalıkta konuşuluyor, herkes her şeye karışıyor, yorum yapıyor. 

Michael’in doğumuyla Hraç’ın İstanbul’a gelişi hemen hemen aynı zamanlar. Michael 1950’de doğuyor, Hraç kardeşi Agop’la okumak için 1952’de İstanbul’a geliyor, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde elektrik okumaya başlıyor, “ev Türkçesi”ni geliştiriyor. İstanbul’daki eğitimin ardından bir ayağını Türkiye’den hiç çekmeden Romanya’da, Fransa’da yaşıyor. “Bugünkü halini” hep İstanbul’da geçirdiği gençliğine bağlıyor. Hraç üniversitedeyken henüz çocuk olan Michael ise 1964’te sürgün yollarına düşen bir ailenin ferdi oluyor, henüz 14 yaşındayken.  Avusturya Lisesi’nde öğrenciyken, kendini bir anda Frankfurt’ta buluyor, İstanbul’un Rum dükkanlarına asılan “Besle kargayı oysun gözünü. İçimizdeki mikrop Rumlardır. Rumlardan alışveriş etme” afişlerinden sonra, İstiklal Caddesi’nde kumaşçılık yapan babasının artık daha fazla şansı kalmadığı için,  kişi başı 20 dolarla yollara düşüyorlar ailecek. Yanlarına sadece annesine, zamanında yengesinin armağan ettiği on santimlik sedef bir haçı alıyorlar eski hayatlarına dair ve Frankfurt’ta yeni bir hayat kuruyorlar.

Üç hayat, üç dönem, üç yazar
İstanbul’un bu birbirinden farklı üç zamanını ve üç hayatını anlatan üç yazar, şehrin (-herkesin) başına farklı zamanlarda gelen felaketleri o kadar benzer kelimelerle anlatıyorlar ki…

Yesayan 1800’lerin sonundaki hayatı anlatırken “birkaç yıl sonra Ermeni bir ailenin güvenli bir şekilde yalnızca Türklerin yaşadığı bir yere gitmesi imkansız bir hale gelecekti” diyor.  Hraç, 1915’i anarken ”medeni tanımlanan ülkeler, savaş esnasında bazı milletlerin yok edilmesine seyirci kaldılar” diye yazıyor.  Michael, Rumların “olaylar/yegenota” diye andığı, henüz beş yaşındayken tanık olduğu 6-7 Eylül pogromundan söz ederken “Kimse destek olmadı. Türkiye’de mağdurların tarafını tutacak kimse yoktu” diyor. 

Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”unun muharriri Adnan romanın başlarında şöyle diyor: “Muhacir gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir.”

“Gideni” çok olmuş topraklarda giden yanında en fazla bir haç götürebilmiş, bir de anadilini.  Hannah Arendt ‘Almanya’dan ayrılırken yanıma alabileceğim tek şey Almancaydı’ demişti, “Dil varlığın evidir” diyen hocası Heidegger’i takiben. Hraç Kırmızıyan ‘dillerini’ anlatırken “Bildiğim bütün dillerde beni büyüleyen eşsiz kelimeler keşfettim, bunlardan bazıları çeviri yapılamayacak kadar güçlü kelimelerdi.” diyor çok dilli biri olarak. 

Hayatı boyunca bir ayağı hep İstanbul’da olan Hraç’ın aksine Michael İstanbul’a 1964’ten sonra ilk kez 1988’de, 24 yıl sonra geliyor. Sonraki ziyareti ise 2009’da. On yıllar sonra Polis’e gelişini anlatıyor: “Roma imparatorluğunda tanınmış kişilere verilen  özel cezalardan biri ‘anısını lanetlemek’. Bu kişiyi hatırlatan ne var ne yoksa yokediliyordu. Bana öyle geliyor ki, sanki mensubu olduğum topluluğa da bu ceza verilmişti.  Mezarlarda yatanların yasını tutacak  pek kimse yok ama ben bu şehre aitim, burası benim vatanım…”

Mezarlıkların tanıklığı
Tuhaf biliyorum ama ben mezarlıkları çok severim. Hiç bilmediğim bir kente gittiğimde, sokaklarında kaybolurken ayaklarım beni mutlaka bir mezarlığa götürür.  Çoğunlukla dilini, bazen alfebesini bile bilmediğim mezar taşlarına bakarım uzun uzun. Çünkü mezarlıklar, o kasabaya, kente, ülkeye dair, saklanmak istenseler de saklanamayacak hakikatleri taşır.  Tanıktır mezarlıklar… Hraç Kırmızıyan da mezarlık sevenlerden, benim gibi, Zabel Yesayan da öyleymiş.

BGST'nin 'Zabel' oyunundan bir sahne

Zabel henüz genç kız, bir flörtü var, Mihran. Mihran, Ermenicenin büyük şairi Bedros Turyan’ın şiirlerini her şeyden üstün tutuyor. Zabel Mihran’ın solgun yüzündeki yay gibi kaşlarına bakarak Turyan’ı düşünüyor. İki genç Turyan’ın mezarına gitmeye karar veriyorlar. Zabel Mihran’a güç vermek için elini tutuyor: “Ardından her şeyi unuttum, Turyan’ın güçlü hatırasının tesiri altına girdim. Derin bir duygu beni tamamen kuşattı. Daha sonra sık sık o mezarı ziyarete gitmiş, orada hep bir başına ya da grup halinde gençler görmüştüm.  O kabir, o zamanın ve gelecek nesil gençlerinin kutsal ziyaret yeri haline gelmişti.” 

Hraç, Zabel’in Üsküdar mezarlığına ve Turyan’a dair, 100 yıl öncesinden gelen bu satırlarını okumuş muydu bilmiyorum. Ailesinin İstanbul kanadı Üsküdar-Bağlarbaşı mezarlığında yatan Hraç, kabir ziyaretleri sırasında Osmanlı’nın büyük mimar ailesi Balyanların mezarlarını görünce, mezarlıkların düzenlenmesi gerektiğini düşünüyor.  İşe kalkışınca “Akraba mısınız” diye soranı çok oluyor, “Hayır” diyor, “Balyanlarla kan bağımız yok, ancak bize bıraktıklarına bakacak olursak, hepimiz onların mirasçısıyız”. Balyanların anıt mezarı 2016’da açıldıktan sonra bu kez de, Balyanlara komşu Bedros Turyan’ın mezarını yaptırıyor Hraç. Karısının esprili sözleriyle: “Eğer bu tempoda çalışmaya devam ederse eninde sonunda bir gün kendisini mezarlığa müdür olarak tayin ettirebilecek…”

Yerinde kalmasına izin verilmeyen kuşakların, yerinden edilen halkların çocuklarının, torunlarının, mezarlara, mezarlıklara atfettikleri önem, verdikleri değer, hiç de tesadüfi değil bence.  Öyle olmadığını iktidar da erk de gayet farkında.  Michael 6-7 Eylül pogromunu anlatırken Balıklı Rum Mezarlığı’nın tüm belgelerinin yandığını söylüyor, gaye belli… Taksim Gezi Parkı, bir mezarlığın üzerinde. Adana’nın büyük Ermeni mezarlığının üzerinde altı minareli Sabancı Camii yükseliyor.  Michael’e haksız diyebilir miyiz, “anısını lanetlemek” bahsinden dolayı? 

Öyle bir yer ki gözünü sevdiğimin memleketi, halkları durmaksızın yaşadıklarını ve öldüklerini kanıtlamaya çalışıyorlar, bir yandan yaşadıkları inkâr ediliyor, bir yandan öldükleri… O yüzden, mezarları olabilen “şanslılar”ın  mezarlarını korumak bile, varoluşu, hayatta kalışı ve ölümü kanıtlamanın bir yolu. Mezarı bilinmeyen Zabel, aile büyükleri İstanbul’dan Romanya’ya Paris’ten Almanya’ya, nar tanesi gibi dağılarak gömülmüş Hraç ve Michael... Mezarlıklar varlıkları ve yokluklarıyla tarihsel kanıtlar bence, niyetiniz inkâr değilse. 

KAYNAKLAR

- ‘Silahtar Bahçeleri’, Zabel Yesayan/ Özgün dili: Ermenice/ Çeviri: Sarin Akbaş/ Editör. Rober Koptaş/ Kapak tasarımı: Aret Gıcır/ Temmuz 2023/ Aras

- ‘Nereden Nereye’, Hraç Kırmızıyan (Anuşavan), Özgün dili: Fransızca/ Çeviri: Armen Tanikyan/ Editör. Onur Koçyiğit/ Kapak tasarımı: Melisa Arsenyan/ Kasım 2022/ Aras

- ‘Dersaadet’, Michael Asderis/ Özgün dili: Almanca/ Çeviri: Zeynep Taşkın/ Editör: Nazan Maksudyan, Lora Sarı/ Kapak tasarımı: Melisa Arsenyan/ Eylül 2023/  Aras

- ‘Üç İstanbul’, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak

- ‘Karanlık Zamanlarda İnsanlar’/ Hannah Arendt/ Mayıs 2022/ İletişim.

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında