OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Apartheid ve Türkiye

Apartheid’ın tanımı hakkında altını çizmemiz gereken ikinci önemli nokta, bunun bir hukuk sistemi olarak var olması gerektiği. Başka bir deyişle, ortada yapılandırılmış, uzun süreler boyunca işleyen, kanun, kararname, genelge gibi resmî metinlerde gözlemlenebilen sistematik bir ayrımcılık olması gerekiyor. Bu açıdan Türkiye’ye baktığımızda, 1920’lerden 1940’lara kadar bu tür ayrımcı bir sistem olduğu konusunda hiçbir şüphe yok.

Taner Akçam’ın Aras Yayıncılık’tan çıkan ‘Yüzyıllık Apartheid’ başlıklı son kitabını duymuşsunuzdur sanırım. Akçam bu kitabında temel iddia olarak Türkiye’de bir apartheid rejiminin hüküm sürdüğünü ve bunun temellerinin 1920’lerde ve 30’larda atılıp bugüne kadar geldiğini ileri sürüyor. Apartheid rejimini ve terimini, Türkiye kamuoyu daha ziyade Güney Afrika örneği üzerinden bilse ve onunla özdeşleştirse de, bu aslında uluslararası alanda tanımlanmış ve tanınmış, Güney Afrika’yla sınırlı olmayan bir suçun ismi.

Bu suç esas olarak 1973 tarihli Apartheid Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’de tanımlanmış. En özlü hâliyle söyleyecek olursak, Apartheid, bir ırksal grubun diğer bir grup veya gruplar üzerinde egemenlik kurmak, onları sistematik biçimde baskı altında tutmak amacıyla uygulamaya koyduğu insanlık dışı eylemler olarak tanımlanıyor. Burada hemen eklememiz gerekir ki, ‘ırk’, Türkiye’de anlaşıldığının tersine sadece deri rengine veya biyolojik özelliklere atıfla kullanılan bir tabir değil. Akçam’ın da dediği gibi buradaki ırk tanımı objektif kriterlerden ziyade subjektif kriterlere dayanıyor. Yani, bir grubun başka bir grubu herhangi bir düzlemde kendinden farklı olarak görmesi yeterli oluyor. Başka bir deyişle, burada söz konusu ayrımcılık yalnız biyolojik özellikler temelinde değil, din, etnisite, dil, bölge vs. bazlı da olabilir. 

Apartheid’ın tanımı hakkında altını çizmemiz gereken ikinci önemli nokta, bunun bir hukuk sistemi olarak var olması gerektiği. Başka bir deyişle, ortada yapılandırılmış, uzun süreler boyunca işleyen, kanun, kararname, genelge gibi resmî metinlerde gözlemlenebilen sistematik bir ayrımcılık olması gerekiyor. Bu açıdan Türkiye’ye baktığımızda, 1920’lerden 1940’lara kadar bu tür ayrımcı bir sistem olduğu konusunda hiçbir şüphe yok. Örnekleri, hem bu kitapta hem diğer kaynaklarda bolca mevcut. Gel gelelim, bu ayrımcı sistem 1940’lardan sonra sona ermiş değil. Aslına bizler ve bizden evvelki kuşaklar bunu tecrübeyle biliyoruz zaten ama bunun geniş topluma anlatılması da önemli ve gerekli. Taner Akçam’ın kitabı bu anlamda işin adını da koyan, önemli bir katkı. 

Kitaptaki ayrımcılık vakalarının hepsini burada tekrarlamaya imkân yok ama ilginç ve gösterge niteliğindeki bir örneği zikredebiliriz ki o da savaş yıllarında halktan toplanan, daha doğrusu müsadere edilen malların ve paranın geri ödenmesi meselesidir. Bu paralar ve mallar daha sonra ödenmek üzere alındı ve karşılığında makbuz verildi. Gerçekten de savaş sonrasında, 1923 ve 1924’te bu karşılıkların ödenmesi için bir kanun çalışması yapıldı ama hükümet Ermenilere ve Rumlara bu geri ödemeleri yapmak istemiyordu. Onun için, kanuna “Türkiye’den ayrılan mahaller ahalisinden Türk tebaası olmayanlarla, vatan parçasından bir kısmını ayırmaya çalışmış olan siyasi zümre ve teşkilatlara mensup eşhas… bu kanundan faydalanamaz” ibaresi kondu. Konu açık açık görüşülemeyeceği için Meclis’te gizli oturum yapıldı ki bu bile başlı başına bir gösterge. Orada, bu ibarenin muğlaklığından şikâyetlerini dile getiren ve bu muğlaklıktan dolayı bazı Müslümanların da ödeme alamayabileceğini söyleyen kimi milletvekillerine, teklifi hazırlayan komisyonun başkanı Hasan Fehmi, kanunun hedefinin Ermeniler ve Rumlar olduğunu, bu ödemeleri onlara yapmamak için bu çarenin düşünüldüğünü olduğunu açıkça söyler. Hükümet de bu kanunun firari ve kayıp Müslümanları kapsamadığında dair güvence verince, kanun Meclis’te onaylanır. Ayrıca, Hasan Fehmi Bey, Tekâlif-i Milliye kapsamındaki mal ve paranın büyük kısmının Ermenilerden ve Rumlardan toplandığını, bunlar geri ödenmeye kalkılırsa devlete büyük yük olacağını da söyler. (Akçam’ın kitabının 61 ila 63. sayfaları arasına bakılabilir.)

Her şey o kadar çarpık ki. “(V)atan parçasından bir kısmını ayırmaya çalışmış olan siyasi zümre ve teşkilatlara mensup eşhas” bireylerle ilgili bir ifadedir ve ceza davası konusudur. Böyle eylemlerde bulunmuş kişiler varsa, haklarında dava açılır, savunma yapmalarına izin verilir, suçları sabit görülürse ceza alırlar. Türkiye gibi, adaleti her zaman sakat olmuş bir ülkede bile en azından şeklen böyle olmalıdır. Böyle bir ibarenin maliyeyle ilgili bir kanunda yer alması bile abes. Hadi onu da geçtim, daha evvelden parası, malı müsadere edilmiş Ermeni ve Rum bireylerin tek tek bu gibi bir faaliyet içinde bulunup bulunmadığına kim karar verecek, maliye memurları mı? Tabii, kimsenin bu bireyler hakkında tahkikat yapmak gibi bir derdi yoktu, komisyon başkanının dediği gibi, bu sadece bir kılıftı.

Daha bitmedi. Başka bir ‘bomba’ daha var. Hasan Fehmi Bey, itiraz eden vekilleri yatıştırmak için ilgili devlet dairelerine gizli bir yazı gönderilerek bu ibaredeki kastın Ermeniler ve Rumlar olduğunun bildirileceğini, kendilerine geri ödeme için başvuran Ermeni ve Rum olursa oyalayarak kanunda yazılı müddetin geçirilmesi talimatı verileceğini de söylüyor! Peki, bu gerekçeleri dinleyen vekiller ikna oluyorlar mı, yoksa itiraz mı ediyorlar? Kanunun arkasındaki niyeti pek beğeniyorlar ama bir itirazları oluyor. “Niye Yahudiler yok? Onlara da mal ve paralarının karşılıkları verilmesin” diyorlar! 

Bu konuya devam edelim. Ayrıca, Taner Akçam’la kitap üzerine yaptığımız Youtube söyleşisine de şu adresten bakabilirsiniz.