Kadıköy Osmanağa Camii’ndeki cenaze töreninde Patrik Karekin Haçaduryan yüksek sesle şunları söyler: 'Ona minnet borçluyuz. Savaşta açlık ve sefaletten bizi kurtaran odur. O olmasaydı biz de olmazdık.' İşte Patrik Haçaduryan'ın kendisinden bu sözlerle söz ettiği Çerkes Hasan Amca'nın hatıratından 1915 Suriye...
T.C kimliğindeki adı Hasan Vasfi Kıztaşı. Osmanlı kimliğindeyse Hasan Amca yazıyor. Ubıh’ların ”Amç’a” sülalesinden bir Çerkes. Soyadı buradan geliyor. 1864 Çerkes sürgününde Anadolu'ya gelirler. Babası erlikten yüzbaşılığa yükselir ve Suriye cephesinde savaşırken ölür. Hasan Amca babası gibi subay olsun diye Kuleli Askeri Lisesi'ne gönderilir; Harbiye'yi bitirir. Askeri Tıbbiye'yi üçüncü sınıfta bırakıp İttihat ve Terakki saflarında politik mücadeleye atılır. Ancak İttihatçıların vaat ettikleri ‘hürriyet’ yerine, baskı ve şiddete dayalı bir diktatörlük kurmaları üzerine, 1912'de muhalif subayların örgütlediği ‘Halaskar Zabitan’a dâhil olur. Bu örgüt içlerine sızan bir ajan sayesinde çökertilince, idama mahkûm olan Hasan Amca'yı, sorgusunu bizzat yapan Cemal Paşa ipten alır. Bu ikilinin yollları Suriye'de kesişir. Cemal Paşa onu Anadolu'dan tehcir edilip, Halep'te açlıktan ve hastalıktan kırılan Ermenilere yardımla görevlendirir. Hasan Amca bu insanların ancak çalışırlarsa hayatta kalabileceklerini anladığı için birçok dokuma tezgâhı ayarlayıp Ermenilere verir. Ücret olarak birer somun asker tayını dağıtarak açlıktan ölümlerin önünü keser. Böylece Halep’teki tehcir kampı diğerlerine göre daha insani koşullara sahip olur.
Hasan Amca Suriye'de Cemal Paşa ile böylesine yakınlaşmasına rağmen bir daha asla İttihat ve Terakki içinde yer almaz. Cumhuriyet Halk Partisi'ne de muhalif kalan Hasan Amca, 1950'lere kadar İstanbul, Sofya ve Atina’da zaman zaman saklanarak yaşar. 1950’lerde İstanbul’da Dünya gazetesinde çalışan Hasan Amca’nın ‘Doğmayan Hürriyet’ ve Nizamiye Kapısı adlı iki kitabı yayımlanır. Doğmayan Hürriyet’in sonunda üç kitabının daha yayımlanacağı belirtilir ama hiçbiri yayımlanmaz. Hayatının son iki yılını hastalıklara mücadele ederek geçiren Hasan Amca, 1961’de kalp yetmezliğinden ölür.
15 Mart 1961 günü Kadıköy'deki Osmanağa Camii’nde düzenlenen cenaze törenine sadece Hasan Amca’nın gazeteci yakınları ve akrabaları değil, pek çok Ermeni de katılır. Törende dönemin Ermeni Patriği Karekin Haçaduryan yüksek sesle şunları söyler: 'Ona minnet borçluyuz. Savaşta açlık ve sefaletten bizi kurtaran odur. O olmasaydı, biz de olmazdık.'
Hasan Amca’nın Halep’de yaşadıklarına dair anıları 1919 Haziran ayında Alemdar gazetesinde yayımlandı. Hasan Amca, bu anılarında, İttihatçıların, Ermenileri Suriye’ye imha amacıyla sürdüğünü açık açık anlatır. Ancak anıların yayımlanması yarım kalır; Alemdar âni bir kararla anıları yayımlamayı durdurur. Tıpkı yıllar sonra 2005’te Hürriyet gazetesinin Talat Paşa’nın ‘kara kaplı defteri’ni yayımlamayı âni bir kararla yarıda kesmesi gibi.
Hasan Amca’nın Alemdar’da yayımlanan anılarını kısaltarak ve günümüz Türkçesine uyarlayarakak yayımlıyoruz.
Tehcirin iç yüzü
Çerkes Hasan Bey’in Hâtırâtı
Alemdâr, 19 - 28 Haziran 1919
19 Haziran 1919
14 Ağustos 32’de Halep’te Ordu karargâhına katılmak üzere Dördüncü Ordu Kumandanlığı’ndan emir almıştım.
O günlerde memurların ticaret hayatına ilk adımlarına tesadüf ediliyordu. Ötede beride birtakım memurların suistimalleri, vagon alma yetkilerinin verilmesi yavaş yavaş kendini göstermiş, ambarlardan ufak tefek hırsızlıklarla, yoksulluktan bolluğa açılan yollar belirmeye başlamıştı.
Halep’e bu tür işleri ve suiistimalleri teftiş göreviyle çağırıldığımı tahmin etmiştim. En kuvvetli olarak bu ihtimalle İstanbul-Halep yolunu kat etmiş, 23 Ağustos 32’de Halep’e varmış ve Baron Oteli’nde Kumandan Paşa’yla [Cemal Paşa] buluşmuştum.
Hoşbeşten ve İstanbul hakkında biraz konuştuktan sonra Ermeni işleriyle meşgul olmak üzere çağırıldığımı anladım.
İttihat ve Terakki hükümetinin bu millet [Ermeniler] hakkındaki, ilk duyduğumda inanmadığım ve abartıldığını düşündüğüm karar ve icraatı, artık duyulmuştu. Hem bu sebep hem de böyle bir görevi tasavvur etmediğim için bu emir ve teklif beni biraz şaşırtmış, korkutmuştu.
Otelden, Halep’te ikâmet eden ablamın evine giderken, evvelce pek de inanmak istemediğim, çoğunlukla Ermeni dostlarımın olaylar hakkındaki endişe ve şikâyetlerini abarttığını düşündüğüm bu kanlı tablo, zihnimde bir mutlak gerçek gibi canlanmıştı.
Düşündükçe, artan endişe ve heyecanla ablamla karşı karşıya geldim. Üzüntüden şaşkın, kumandanın emrini naklettim. Aramızda çekingen başlayan bir münâkaşa devam etti. Ben aralıksız:
— Bu mutlak böyle! Beni idam ederek öldürmedi, manen öldürmek istiyor, diyordum. Hemşirem bu düşüncemi kuruntulu buluyor, kötümser görünmüyordu. Bu görevi kabul etmek gerektiğini, yapılabilecek en küçük yardımın, yapılmamaktan iyi olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın korumasına güvenerek daveti kabul etmemi söylüyordu.
Kabul etmiştim.
Az çok endişeli, çekinceli, Ordu karargâh treniyle Beyrut’a kadar Kumandan Paşa’yı takip ettim. Güzelliğini işittiğim bu kasabada sıkıntılı on beş gün geçirdim. (…) Cemal Paşa’ya Karargâh Salonu’nda tesadüf ettim. Yanında uzun boylu, zayıf simalı, bıyıkları gururla dik bükülmüş, giyim tarzından orduyla eski bir ilişkisi olduğu anlaşılan bir zat vardı.
— Ermeni işine senden evvel Hüseyin Kâzım, Kâmil Beyleri tayin etmiştim... Bence bu meselenin önemi ciddi. Onun için seni çağırdım, dedi.
Yanındaki zatı işaret ederek:
— Emirlerimi, bu bey vasıtasıyla alacak, tekliflerini de onun aracılığıyla ileteceksin!
Tanımadığım bu zatın amirim olduğunu anladım.
Gerçi Cemal Paşa’nın Ermeni göçmenlerini Suriye’de henüz yaşattığını görüyordum. Fakat benden evvel tayin edilen, fikirlerini az çok bildiğim Hüseyin Kâzım Bey’in yapamadığı hangi işti ki, ben yapabilecektim? Emir aldığını anladığım bu adamın simasında Hüseyin Kâzım Bey’le mukayeseye layık hiçbir şey görmüyordum. Sordum:
— Efendim, vazifenin şekli ve içeriği hakkında emirleriniz nedir? Olabilir ki, yeteneklerim ve gücümün üstünde bir iştir.
Manidar bakışlarıyla beni süzen kumandan:
— Anlıyorum dedi, lazım gelen talimatı şimdi vereceğim. Odasına doğru yürüdü.
20 Haziran 1919
Bu dağlar, yaratılış tarihinden beri bu derece vahim sefalet taşımamış, görmemiştir. Dört gün devam eden bu seyahat, bana insan denilen mahlûkun ne derece yırtıcı, ne derecelere kadar dayanıklı olduğunu o kadar kati gösterdi ki; korktum, insan soyuna mensup olmaktan utandım. Mide ve ihtiyaç ıstırabı, insan doğasında ne iğrenç tabiatlar doğuruyor. |
Cemal Paşa gözlerimden endişemi keşfediyor gibi görünüyordu. Yaklaşmamı işaret ederek:
— Şimdi sen Havran’a gideceksin. Orada takrîben 20-30 bin Ermeni muhaciri bulacaksın. Biliyorsun ki orası zanaat sahibi insanları geçindirecek bir yer değildir. Ermenilerin çoğu meslek sahibi. Ama orada sefalet içindedirler. Bunlardan, evvela dul ve yetimleri toplar, buraya gönderirsin. Burada dul ve yetimhaneler tesis edilecek, onlar orada himâye edilecek, sonra aileleri akrabalarından ayırmayarak sanatlarını bir oran dahilinde bulundurmak suretiyle Beyrut ve Suriye’nin muhtelif liva ve kaza merkezlerine sevk edeceksin. Onlara orada sermaye, dükkân ve ev tedarik edeceksin. Bunları çalışmaya sevk edeceksin. Geçimlerini ve hayatlarını kazanmayı temin edeceksin... Şimdilik görevin Havran’dan bu aileleri düzenli olarak kışa ve yağmurlara kadar buralara sevk etmektir. Sonra bizzat gidip toplumsal durumlarını düzeltecek ve hayatlarını temin edeceksin...
Doğrusu o dakikada bu insani tasavvura hemen yarı inandım. Düşünüyordum: Memleketinden tehcir edilen ve her düştüğü fena vaziyetten ikinci fena bir hale düşürülen bu biçare insanlara ve bunları sevke memur edilenlere resmi ağızla bu tarz emirler verilmemiş midir? Acaba benim Havran çoraklığından Yafa’ya veya Akkâ’ya çoluk çocuğunun hayatını kurtarma amacıyla trene bindireceğim bu insanlar, verdiğim ümide rağmen hangi gelecek ile karşılaşacaklar?
Bir türlü tamamıyla inanamıyordum. Bir aile için olsun iyilik yapabilmek lüzumunu nasihat eden ablamın sözlerini hatırladım. Pazar günü babamın şehit olduğu Havrân’a doğru trenle hareket ettim. Derâ’ya geldim. Burası Havrân livasının merkeziydi. Gariptir! Sevmediğim bir adamın ismini bile öğrenmek zahmetine katlanamam. O zaman Ermeni muhacirler işini idare ve takip eden heyete Heyet-i Mahsûsa ismi verilmiş. Merkezde bu işi İttihat ve Terakki Şam Murahhası Neşet Bey idare edecek. Ben, Heyet-i Mahsûsa Havrân Murahhası oluyorum.
22 Haziran 1919
Bir taraftan hastane ve eczanenin noksanlarını tamamlayarak bir taraftan da sevkiyat için mesaiye başlamıştım. Evvela dul ve yetimleri Şam’a sevk edeceğime göre, Havran’ın muhtelif köy, vadi ve karyelerine atılan bu biçareleri toplamak lazım geliyordu.
Köylerden Ermeni muhtarlarını çağırdım. Birer defter hazırlamalarını tembih ettim. Gelen defterlere ve mesafelere göre İstasyon Kumandanı’nın vereceği vagonları hesaplayarak sevkıyatın projesini hazırladım.
Maksadım; köylerden gelecek muhacirleri orada yirmi dört saatten fazla bekletmemiş olmak ve biriktirerek sefaletlerini şiddetlendirmemekti. 2-3 günlük mesai ile bunu temin ettim. İlk köyü davet ettim. Sevkiyat başlamıştı.
Buradan trene binmek için lazım gelen talimatı memurlara vererek dul ve yetimleri bizzat toplamak, hem de durumu bizzat görmek için Cebl’e hareket ettim.
Bu dağlar, yaratılış tarihinden beri bu derece vahim sefalet taşımamış, görmemiştir. Dört gün devam eden bu seyahat, bana insan denilen mahlûkun ne derece yırtıcı, ne derecelere kadar dayanıklı olduğunu o kadar kati gösterdi ki; korktum, insan soyuna mensup olmaktan utandım. Mide ve ihtiyaç ıstırabı, insan doğasında ne iğrenç tabiatlar doğuruyor.
Hemcinsinin, ot, leş, kendi evladını yediğini görmekten, işitmekten insanlık ne hisseder? Bu duyguyu ve tesiri hangi kelimelerle izah eder!
Benim gibi âdem evlatlarının, mecalsiz adımlarla yürümeye çalışarak, hayvanlar gibi ot yediklerini, bir eşek leşini yırtıcı hayvanlar gibi, birbiriyle kavga ederek parçaladıklarını, bağırsaklarını paylaşmak için birbirinin boğazına sarıldıklarını gördüm. Bu leşin paylaşımı için benim dilimde konuştuklarını işittim. İnsanın bütün havası dönüyor, gözleri gördüğüne, kulakları işittiğine inanmak istemiyor... Fotoğraf makinesi ile yanlarına yaklaştığım zaman ehemmiyyet bile vermediler. İçlerinden biri bile dönüp bakmamıştı. İnsanların en yüksek gayelerine, en yüksek heyecanlarına lanet ederek buradan uzaklaştım.
Bir müddet tek bir kelime söylemeksizin Erbit kasabasına doğru yol aldık. Köy uzaktan görünüyordu. Yanımda Kâtib Aram Efendi’ye; mırıldanarak dedim ki:
— Çok üzüldüm.
— Biz göre göre alıştık, evvelce biz de bu halleri tasavvura tahammül edemezdik; fakat insan alışıyor Bey’im dedi.
Belki hayatlarıyla alay etmek için, yeni tayin edilen Efendi’yi görmek maksadıyla köyün kıyısında dizilen birkaç muhacirin yol göstericiliğinde köyün sokaklarına daldık.
Gece olmuştu. Sönük bir kandil ışığı altında bir toprak mağarasında, Antep, Akhisar, Yozgat’tan tehcir edilmiş; öldürücü vakadan artma beş on kişiden oluşmuş bir grup teşkil etmiştik. Ordu Kumandanlığı’ndan kendileri hakkında aldığım emri en müsait bir vicdanla tatbike çalışacağım yollu güvenceme müteşekkir görünen bu şüpheci simalarda güvensizlik okuyordum.
Ertesi gün kaza kaymakamıyla görüşmek üzere hükümet dairesine gittim. Seyahatimi Celb’in daha ileri kazalarına doğru uzatacağımı, yolları bilen bir jandarma verilmesini talep ettim. Talebimi memnuniyetle kabul eden Kaymakam Bey, oralarda tifüs ve hummanın yayıldığını ve en temel korunma tedbirleri bile uygulanamadığı için tehlikeli olduğunu söyledi.
Bir süre tereddüt etmedim diyemem, fakat her halde gitmeye kesin karar verip veda ederek ayrıldım. Ertesi geceyi Çerş karyesinde geçirdim. Kefrence’ye doğru seyahate devam ettim.
Bundan sonra karyelerde, hemen bütün muhacirlerden yüzde 30-40 telefat vardı. Tifüs, humma, malarya da aynı şiddet ve vahametteydi. İlacın olmadığı yerde hastalıkların vahim sonuçları arasında fark kalmıyor gibi. Kinin ilacının olmadığı yerde en basit malaryanın vebadan ne farkı olabilirdi.
Dul ve yetimleri toplatarak hazırlanıyor ve incelemeyi sonraya bırakarak ileriye harekete devam ediyordum. Civar karyelerden çocukları ve dulları güzergâhıma tesadüf edecek köylere göndermek üzere muhacirlerden tayin ettiğim görevlileri de etrafa gönderiyordum. Kefrence’nin bir saat ilerisinde, Hazra Köyü’ne vardım.
Burada, muhacir ve yerli beş yüz nüfûstan dört yüz on yedi vefat vardı. Köyün dar aralıklarında koltuk değneklerine dayanmış canlı mevtalar sağa sola sallanarak yürüyorlardı.
O gece kırda yatmayı tercih etmiştim. Kalamadım. Bitlerin boğduğu bir çocuğu burada gördüm. Tırnakların diplerinden itibaren masumun bütün vücudunu istila eden bu murdar milyarlarca mahlûk, cenâzesinin üzerini bir iğne batırılacak yer bırakmamak şartıyla ört-müştü. Bir çınar ağacının gövdesine yaslanarak, sabahı yapmağa çalıştım. Bir türlü gözlerimi kapayamıyordum.
23 Haziran 1919
Dört yüz kişilik yetim ve dul kadın kafilesi Dera’ya doğru mecalsiz yol aldılar. Hayvanla bir gecede Dera’ya avdet ettim ve ertesi gün gelecek olan kafilenin Şam’a sevkini ikmal ettim. 16 saat ata binmek beni yormuştu. İstirahat için çadırıma çekildim. Masamda amirimden gelen iki telgraf buldum.
“Oradaki muhacirinden en fakir olanları evvela, hali müsait olanları ikinci, biraz daha müsait olanları da üçüncü... bu suretle tasnif ederek sevkiyata başlayınız. Dul ve yetimleri sevk ediniz. İkinci bir emre kadar diğerlerinin sevkiyatını tehir ediniz!”
Yoldan ruhen, bedenen yorulmuş bir halde bu zıt cümleler içeren telgrafı okudum ve cevap olarak:
“Sevkiyatın idare şeklinin ancak burada bulunan muhacirlerin vaziyetine göre tayin edilebileceğini, bunların fakir, âlâ, biraz daha âlâ, suretiyle bir bitki uzmanı gibi tasnifi mümkün olamayacağını ve alınacak vagonlara nisbetle mesafe ve coğrafi vaziyete göre yapılacak bir proje dahilinde muhaciri sevk ederek sevkiyatı devamlı ve muntazam bir şekilde idare mümkün olabileceğini; özetle, bu vazifenin burada yerine getirilmesi benim sorumluluğuma bırakılmak lazım geleceğini ve esasen sevkleri için fazla beklemeyeceğimi ve sevkiyata başladığımı yazdım.
Kadıköy Osmanağa Camii’ndeki cenaze töreninde Patrik Karekin Haçaduryan yüksek sesle şunları söyler: 'Ona minnet borçluyuz. Savaşta açlık ve sefaletten bizi kurtaran odur. O olmasaydı biz de olmazdık.' |
Bir saat sonra “Ezraa’da bulunan bir ailenin Şam’a gönderilmesi” hakkında aldığım bir telgrafa da, özel emir kabul etmeyeceğimi ve bütün muhacirler hakkında tatbik edilecek iznin istisnası olamayacağını yazdım.
Bu sırada yavaş yavaş müracaat başlamıştı: Birtakım kadınlar muhacirlerin müracaatının kabul edildiğinden emin olarak, şimdiye kadar yaklaşmaktan büyük bir korkuyla kaçtıkları müfettişin çadırına yaklaşmaya cesaret ediyorlardı. Bunların erkekleri Şam’a firar suretiyle gitmişler, orada iş tutmuşlar, kendileri burada kalmış. Erkeklerinin yanına gitmeyi arzu ediyorlardı. Bunu henüz itiraf edemiyorlardı. Fakat anlıyordum. İlk trenle 18 kadını “iskân mıntıkası olmayan” Şam'a gönderdim ve bunların sevkine memur tayin ettiğim muhacir iki efendiye, sonraki istasyonda bunları serbest bırakmalarını ve diğer dul ve yetimleri kendi yerlerine defterleriyle teslim etmelerini tavsiye ettim. Bu, özel ve talimatlara aykırı bir teşebbüstü.
– Sevkiyat arasında art arda gelen bu müracaatları kabul edip Şam’a ikinci ve üçüncü bir kafile gönderdim. Trablusşam, Hayfa, Yafa, Akkâ gibi kaza ve kasabalara –seçme hakkını kendilerine vererek– sevkiyata devam ediyordum.
Bu sırada amirimin evvelki acı cevaplarımdan kaynaklanan gücenmesinin bütün tatsızlığını içeren bir telgrafını aldım, talimat haricinde kusurumu yakalamıştı!
“Erkekleri burada bulunması bahanesiyle birtakım kadınları Şam'a emir ve talimata aykırı gönderdiğinizi haber aldım. Şam iskân mıntıkası olmadığından, buraya muhacir göndermemenizi, böyle erkekleri, orada bulunan kadınlar varsa oraya göndermek lazım geleceğini ve bundan sonra emre aykırı harekette bulunmamanızı tavsiye ederim.”
Artık bu zihniyette bir kafa ile temas mecburiyetinden sıkıldım. İlk trenle Şam’a hareket ettim. Sabah pek erken yola çıkan trenden inen Cemal Paşa’nın evine yöneldim.
Paşa pek de memnun olmadığını gösterir bir sima ile:
– Ne o, işini bitirdin mi, dedi.
Emirleri ve cevapları cebimden çıkardım.
25 Haziran 1919
–Paşa Hazretleri, af buyurunuz. Ben bu kadar basit düşünen ve düşüncelerine ekseriyetle adi hissiyat karıştıran bir arkadaşla vazifede devam etmek istemem dedim.
“O gece kırda yatmayı tercih etmiştim. Kalamadım. Bitlerin boğduğu bir çocuğu burada gördüm. Tırnakların diplerinden itibaren masumun bütün vücudunu istila eden bu murdar milyarlarca mahlûk, cenâzesinin üzerini bir iğne batırılacak yer bırakmamak şartıyla örtmüştü. Bir çınar ağacının gövdesine yaslanarak, sabahı yapmağa çalıştım.” |
Telgrafları ve cevapları okuyarak karargâha vardık. Paşa’nın Suriye İttihat ve Terakki Murahhası’nı benim gibi sabıkalı bir adama feda edeceğini hiç de ümit etmiyordum.
İlaveten:
– Paşa Hazretleri, bir ailenin hayat kurması ve geçiminin temini dünyanın en müşkil işlerinden biridir. Bir baba çoluk çocuğunun hayat ve istikbalini senelerce çalışarak temin edebilirse ona “Muvaffak olmuş adam” denir. Buraya velev ki firar suretiyle bundan 4-5 ay önce gelmiş, dükkân ve tezgâhına sahip olmağa çalışan bir aile reisini, iskân mıntıkası olmadığı için, kaçtığı sefalet bölgesine geri göndermeyi mantığa uygun gören bir arkadaşın amirliğe yeterliliğini kabul etmekte güçlük çekiyorum dedim.
Ben bu sözleri söylerken Neşet Bey’i çağırmaları emrini verdi.
Yarım saat sonra gelen Neşet Bey’i sert bir dille uyardı:
-Neşet Bey, Ermeni muhacirler meselesi bence pek şiddetli. Ben burada size eşlik edecek lalettayin birisini bulabilirdim. İstanbul’dan bu çocuğu burada tanıdıklarıma nazaran bu iş için en yeterli bulduğum için getirttim ve en önemli bölgeye de onun için gönderdim. Kendisi partimizin muhalifi bir partiye üyedir ve bunun için bu işi en güzel yapar! Bilirim. Kendisini fuzuli bir emirle meşgul etmenin bir anlamı yok. Yapamayacaksınız çekiliniz, dedi.
Doğrusu biraz şaşırdım. Bu hem İttihat ve Terakki Murahhası ve hem de Paşa ile ilişkisi olan bir adamdı. Çekilmişti.
Bunun yeri boş kalmadı. Vali Tahsin Bey geliyordu. Bundan sonra Ermeni muhacirler işine Vali Beyefendi riyaset edecekti.
Ertesi gün Vali Tahsin Bey’le Derâ’ya hareket etmek emri aldım. Orada bizzat gereken emirleri. 25 Eylül 32’de, sabah özel bir trenle Derâ’ya yola çıktık.
26 Haziran 1919
Mutasarrıflık Dairesi’nde üçümüz, ben, vali ve mutasarrıf oturduk. Konu Ermeni muhacirlerine gelmişti. Vali kısa ve soğuk bir ifade ile: “İşte dedi, Hasan Bey de bunlara müfettiş olarak ordu tarafından memur tayin edilmiştir. Artık bakarsınız, duruma göre, bu muhacir işini bitirirsiniz.”
Ne garip talimat! Bundan ne anlam çıkarılabilir? İzah edeceğini düşünerek sustum. Bana dönerek:
– Hasan Bey! İşte Hükümet-i Mülkiye Reîsi Bey ile birlikte çalışırsınız, cümlesini ilave etti.
–Abdülkâdir Bey’le kolay çalışabiliriz, Beni tanımadılar, fakat kendileriyle sınıf arkadaşı bulunuyorduk dedim.
Tanıştık. Mutasarrıf memnun göründü, kalktı, öpüştük.
Vali Tahsin Bey’e hitaben çok memnun olduğunu ve eski bir arkadaşı ile bu meseleyi çok kolay halledeceğini söyledi.
15 seneden beri ayrıldığımız bu arkadaşın 4-5 seneden beri izine İttihat ve Terakki Umumisi’ne giden sokaklarda sık sık rastlamıştım. Oraya girip çıktığını görmüş ve Merkez-i Umumi Kâtibi olduğunu anlamıştım. Beraber çalışamayacağımı tahmin ediyordum.
Ertesi gün bazı gerekli şeyleri getirmek bahanesiyle Havran’dan kaçtım. Şam’da yine Cemal Paşa’nın biraz çatık simasıyla karşılaştım. Sormasına meydan vermeden:
– Efendim. Siz Ermeni milletinin iskânını ve hayatlarını kazanmalarını temin etmeyi emrediyorsunuz. Havran Mutasarrıfı da “Temizlemek” suretiyle bu işin hallini tavsiye ediyor. Vali Bey’le gittik, beni zımnen Hükümet-i Mülkiye Reisi’nin emrine verdi. Onun bu meselede bakış açısını bilmiyorum. Vazifemi açıklasanız… dedim.
28 Haziran 1919
Vakitsiz sözlerimi tamamlamama izin veren Cemal Paşa birdenbire dönerek:
– Seni ben gönderdim. Benden emir alacaksın. Buna ne Tahsin Bey ne de Havran Mutasarrıfı karışır. Burada siyasi durumun sorumlusu benim. Ben sana ne emir verirsem öyle yapacaksın! Ne Havran Mutasarrıfı ne de kimseyi işine karıştırmayacaksın. Şimdi bir ordu emri yazdıracağım. Vazifeni ve sana yardımcı memurların vaziyetlerini tayin edeceğim. Hiç kimseyi bu işe karıştıracak değilsin!
Karargâha girdik. Erkân-ı Harbiye Reisi Fuad Bey’e verilen emir yarım saat sonra ordu emri haline gelmiş oldu.
Ordu Menzil Müfettişliği’ne, Hat Komiserliği’ne, Jandarma Alay Kumandanlığı’na açık bir şekilde gönderilen bu emir ile elde ettiğim sorumluluğa güvenle Havran’a, çadırıma gitmiştim. Sevkıyata devam emrini verdim. Mutasarrıf artık seyirci bir mevkide kalmış gibiydi. Hem teftiş etmek ve hem de sevkıyatı bizzat mahallerinde tanzim etmiş olmak üzere çevreye bir daha çıktım. Proje gereği Erîd kaza merkezinden gönderilen muhacirler çadırlarda tren bekliyorlardı.
Bunların ve bunlardan sonra hareketi gereken ailelerin düzenlemesini yaparak memurlarımı uyarmıştım. Bugüne kadar 270 yetmiş ailenin sevkleri yapılmıştı.
O yöreden ayrıldığım zaman Hükümet-i Mülkiye’nin sevkıyâtı tatil ettiğini gördüm. Sebebini anlamak amacıyla mutasarrıfa çıktım.
Ölümden kurtarılmak istenen bu felaketzedelere yapılan haklı ve insani bu harekete vatana ihanet diyenler ve idare edenleri de vatan haini sıfatıyla itham edenler vardı. Bunun farkındaydım. Fakat buna engel olabileceğini tahmin edememiştim.
Hükûmet-i Mülkiye’nin görev ve yetkisine tecavüz eden fuzuli bir adam durumunda kalmıştım.
Anladım: Bu müddet zarfında boş durulmamış, Dâhiliye Nezâreti’ne şifrelerle müracaat edilmiş, Beyrut, Suriye valileri nezdinde teşebbüste bulunmuştu.
“Beyrut Valisi Azmi Bey esasen vilayet ahalisini beslemekten aciz bulunduğu halde göçmenlerin vilayeti dahiline sevklerini kabul etmiyor!”
Bu emir bütün Mülkiye amirlerine, mutasarrıf ve kaza kaymakamlarına gönderilmişti.
Dahiliyye Nezareti de aynı zamanda, eski bir “katil” emri tekrar vilayete göndermişti:
“Dâhiliye Nezâret Emri (Dosyalarında mahfûzdur.)
Tehcir edilen Ermeni muhacirlerinin iskânı işi Hükümet-i Mülkiye’ye aid görevlerdendir. Ordu Kumandanları’nın bu işe müdahaleleri geçerli değildir. Bu nedenle, bir Ermeni muhacirinin bir kazadan diğer kazaya nakl edilebilmesi ancak Dâhiliye Nezâreti’nin emir ve izniyle mümkündür.”
[Devamı yarın]